Yazıları

  • SİZİN BOYKOTUNUZ BÖYLE Mİ?

    SİZİN BOYKOTUNUZ BÖYLE Mİ?

    Kendi tarihleri boyunca bulundukları her ortamda fitne çıkaran, toplumları birbirine düşüren, sürekli şehirlerde yaşamış medeni dönemlerinin her türlü ilmi, teknolojik, ticari, sanatsal, medya vb. unsurlara hâkim bir toplum. Bu toplum, ellerindeki gücü tarih boyunca bunları üstünlük aracı fitne, kargaşa, savaş çıkarma aracı olarak kullanmıştır. Bu topluluğun insanlığa verdiği zararların büyüklüğünü ve kıyamete kadar her dönem insanına zarar vereceğini anlamak için Kur’an’a bakmak yeterli olacaktır. Atıflarla beraber, bin dört yüz civarında ayette Rabbimiz İsrailoğullarından bahseder. Bahsedilen her ayet, onların iyiliklerinden değil de hatalarından, fitne ve fesatlarından bahsediyorsa, Kur’an’a tabi olanların bu topluluğa karşı tavırlarının net olması gerekir.

    Yarattıklarını en iyi tanıyan Allah (c.c.), müminlere uyanık olmalarını, İsrailoğullarının düştükleri hatalara düşmemelerini, onların fitnelerine karşı da uyanık olmalarını emrediyor. İsrailoğulları hakkında bildirilen bu emirler, bilgilenmek için değil, tedbir almak içindir. Muhatabımıza yapacağımız tavırdan önce onu iyi tanımamız gerekir.

    İsrailoğlularının, İslama ve müslümanlara olan düşmanlıklarını kıyamete kadar devam edecekleri unutulmamalıdır. İsrailoğullarından, bahsedilen ayetlerden bir kısmı şöyledir:

    “İnsanlar içerisinde Mü’minlere en şiddetli düşman olarak yahudileri bulursun” (Maide/82)

    “Sen onların dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar senden asla razı olmazlar” (Bakara/120)

    “Ey iman edenler, benimde düşmanım sizinde düşmanınız olanları dost edinmeyin” (Mümtehine/1)

    “Ey iman edenler, yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse o, onlardandır” (Maide/51)

    “İsrailoğullarından küfre sapanlar, hem Davud’un hem de Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlenmişlerdir.” (Maide/78)

    “Onlar yeryüzünde durmadan fesat çıkarmaya koşarlar.” (Maide/64) ,

    “İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima hainlik görürsün.” (Maide/13)

    “Kitap ehli olmayan Arapların ve diğer kimselerin (hakkını yemekten dolayı) üzerimize bir sorumluluk yok derler.” (Ali-İmran/75)

    “Kitap ehlinden olan kâfirler ve müşrikler de size Rabbinizden bir hayır gelmesini istemezler.” (Bakara/105)

    “Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler” (Tevbe/32)

    “Onlar size fenalık yapmaktan geri kalmazlar” (Ali-İmran/118)

    “Size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar” (Ali-İmran/118) 

    “Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır, kalplerinin gizledikleri daha büyüktür” (Ali-İmran/118)

    “O yahudiler nerede bulunurlarsa bulunsunlar, zillet altında kalmaya mahkûmdur.” (Ali-İmran/112)

    “İnkârları yüzünden Allah onlara lanet etmiştir.” (Nisa/46)  

    Ayetlerde görüldüğü gibi, kâinatın Rabbi, Müminlere en azılı düşmanını bildiriyor. Müslümanlara karşı düşmanlık etmede insanların en şiddetli olan yahudiler, onların dinine girmeden müslümanlardan asla razı olmayacakları bildiriliyor. Allah’ın, kendisine düşman kabul ettiği bir topluluğu, müslümanlar nasıl düşman kabul etmezler? Düşman bilmeyi bırakın, hayatın her alanında onlar gibi olunmaya çalışılıyor. Allah’ın düşman edindiğini düşman kabul edememek bir gaflettir. Allah’ın lanet ettiği bu topluluğu Rabbimiz dost edinmeyin buyuruyor. Çünkü Ehl-i Kitap İslam karşısında birbirlerinin dostudur. Allah’ın yasalarını bırakıp, onların yasalarını, hayat tarzlarını kabul etmek, onları ölçü alanları desteklemek veli (dost) edinmektir. Yahudi ve hıristiyanlar dost edinilmese de, onları dost edinenleri dost edinmemek gerekir.

    Kendilerinden başka hiçbir milleti düşünmeyen ve acımayan, toplumları kendilerine kul, köle bilen ve öyle davranan bu topluluğa karşı hayatın her alanında boykot yapmak gerekir. Kıyamete kadar müslümanlara karşı düşmanlık edecek bu topluluğa karşı yapılacak tavırlar sürekli ve geniş çaplı olmalıdır. Yani boykot sadece onlar saldırdığında değil her an olmalı. Aksi davranış Ehl-i Kitabı tanımama ve Rabbimizin bildirdiği ayetlerden habersiz olmanın sonucudur. Kendilerinden emin olmadığınız düşmanınıza karşı her an hazırlıklı olmanız gerekir. Bugün İslam toplumları kınadıkları, lanet ettikleri yahudilerin, kendilerine sunduğu yasaları kullanıyorsa, siyaseti, ekonomiyi, hukuku, eğitimi, toplumsal yaşamı uyguluyorsa, kime neyin boykotu yapılıyor? Onların gündemlerinin dışına çıkılmıyor, onlarla beraber hareket eden iktidarlar baş tacı edilip destekleniyorsa, hangi kınama ve lanetten söz edilecek? Ya da kim onları kınama ve lanetleme hakkına sahiptir? En basit işlerinden, en önemli işlerine varıncaya kadar Ehl-i Kitabı taklit eden İslam toplumları neyin kınamasını yapıyor ve yapacak? Gündemlerini Kur’an ve Sünnet belirleyen topluluklar ancak bu hakka sahiptir. Kur’ana ve Sünnete göre hayatın her alanını düzenlemeye çalışan, bunun mücadelesini veren müminler, hayatın hiçbir alanında onlara benzememelidir. Büyük-küçük, basit-önemli demeden her alanda tavırlarını ortaya koymalı, saflarını net olarak ayırmalıdır. Hayatın her alanında onları taklit edenlerin tavır ve kınamaları sadece geçici duygusallıktan öte geçmeyecektir. Onlar ipleri gevşetince, İslam toplumu da gevşeyecek, sanki hiç bir şey olmamış, bir daha aynı şeyler olmayacakmış gibi yaşamaya devam ediyor olacak. Bu düşmanını tam tanıyamamanın sonucudur. Gösterilecek olan tavır, onlara yapılacak olan boykot, hayatın her alanında yapılmalıdır. Rasulullah (s.a.s.): “Sizler sizden öncekileri adım adım, karış karış takip edeceksiniz. Hatta onlardan biri kertenkelenin deliğine girse sizde gireceksiniz. Bunlar yahudi ve hıristiyanlar mı diye sorulunca Rasulullah da başka kim olacak ki” dedi. (Buhari- Müslim)

    Bu ümmet bugün hadiste beyan edilen duruma düşmüştür. Hayatın her alanında onlar taklit edilir olmuştur. Bu taklitten kurtulmak için, büyük küçük demeden, her alanda onlardan ayrışmak gerekir. Yahudi toplumu dünyayı ve malı seven, uzun süre yaşamayı isteyen bir toplumdur. Bize göre basit gibi görünen maddi zararlar onlar da derin izler bırakır. Dolayısıyla herkes bulunduğu alanda bu topluluğa karşı nasıl bir tavır ortaya koyabiliyorsa koyması gerekir. Önce onların İslam toplumlarına ithal ettiği sistemlerin tanınması ve desteklenmemesi gerekir. Yapılacak en büyük, en önemli ve sürekli boykot bu olmalıdır. Bir toplumun başka bir toplumu takliti önce yeme içme, giyim kuşamla başlar. Fikren, ahlaken, ibadeten yani her alanda bir taklit ve sapma söz konusudur. Ve bu İslam toplumu tarafından bir yaşam biçimi olarak kabul edilmiştir. Yahudi ve hıristiyanlar gibi dini bir etiket olarak görmemek gereklidir. Taklit önce davranışlarla başlar, kalplerin meyliyle devam eder. Aynı şeyler sevilir ve nefret edilir. Allah ve Rasulünün lanet ettiği bir topluluğu adım adım, karış karış taklit edip sonrada kınamak ve boykot etmek! Boykot hayatın her alanında olmalıdır ve boykot edeceklerimiz. Yahudilerin kitaplarını tahrip ettikleri gibi, bu ümmette kitabı sosyal hayatta tahrip etti. Ehl-i kitabın yaptığı gibi Kitabı tahrip edemeyenler, onun uygulanmasını, yaşanmasını, anlaşılmasını tahrip ettiler. Kur’an’ın vermek istediği mesajı, değiştirip tahrip ettiler. Kur’an yol işaretleridir. Sizin tahrif ettiğiniz yol işaretleri, sizden sonrakilerin de yolu olacaktır ve size de bundan bir pay gelecektir. Kitabı ve Sünneti gündemden düşürüp, unutturarak Ehl-i Kitaba benzeme.

    Müslümanların durumlarını yeni gündemlerle unutturmak, bir başka gündem oluşturarak eskisini hemen unutturmak. Peygamberi unutmak ve unutturmak bir Ehl-i Kitap hastalığıdır. Dini sadece din adamlarına bırakma bir ehli kitap hastalığıdır. Dini vicdanileştirme, dünyadan el etek çekme bir Ehl-i Kitap hastalığıdır. Ümmetçiliği bırakıp, kendi kavmini ve cemaatini üstün görme, cenneti yalnız kendilerine has kılma bir Ehl-i Kitap hastalığı ve taklitçiliğidir. Ehl-i Kitabın düştüğü bir hata da taklit idi. Bu ümmet de taklit edeni taklit ediyor. Taklit, asli kimliğin kaybı ve başkalarının egemenliğine girmektir. Taklit, kişinin boynundaki bir ip gibidir ve körü körüne teslim olmaktır. Taklit, fikirde, bakışta, hedefte, sevmede ve nefrette, hukukta, eğitimde, ticarette, siyasette yani hayatın her alanındadır. İslam toplumu bu taklit hastalığından değişmek istemezse, Allah’ta onların değişmesine yardımcı olmayacaktır. Atalara körü körüne tabi olma Ehl-i Kitap taklitçiliğidir. Binlerce yıldır insanların hastalığı olan ataları taklit etme, bugün de devam etmektedir. “Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denildiğinde, biz atalarımızı bulduğumuz yola tabi oluruz dediler. Ya ataları bir şey anlayamamış veya hidayet bulamamışlarsa da mı tabi olacaklar.” (Bakara/170)  Bugün taklit hayatın her alanını o kadar sarmış ki; toplum hangisi İslam hangisi taklit ayırt edemez haldedir. Hepsini doğru diye yapmaktadır. Allah ile kitap ile ve Peygamber ile insanlar sömürülüyor. Bu bir Ehl-i Kitap taklitçiliğidir. Yapılan ibadet kişide ve toplumda bir değişim oluşturmuyorsa, yapılan o ibadet taklittir. Bu da Ehl-i Kitaba benzemektir. Diğer bir taklitte dünyevileşmektir. Allah’ın takdiri kadar mal sahibi olmak değil de, bütün hedef mal edinmek olursa, Ehl-i Kitabı taklit olur. Mesele rızık temini değil de, zengin olma yarışı yapmaktır. Taklit ettiği Ehl-i Kitap gibi bin yıl yaşama sevdasına düşmektir. Dünyaya ait olan tutkular gün gelip hırsa dönüşmemelidir. Diğer bir Ehl-i Kitap hastalığı da gündem saptırmaktır. Bu hem dini ve hem siyasi alanlarda gündem saptırmaktır. Gündemleri belirleyen iki merci vardır. Birinci merci Allah (c.c.), ikincisi tağutlardır. Şuan gündemi belirleyen Allah mı yoksa tağutlar mı? Siz hangi gündemin peşinden koşuyorsunuz? Kimin gündemi her alanda gündeminizi oluşturuyor? Yeryüzünde iki irade birbirine üstün gelmeye çalışır. Allah’ın iradesi olan Kur’an yâda insanların iradeleri olan laiklik, demokrasi, töre vb. bu da arka plan da şeytanın iradesidir. Mekke de gündemi vahiy oluşturuyordu. Bugün gündemleri yahudiler, hıristiyanlar, laikler, demokratlar oluşturuyorsa ve bu gündeme müslümanlar tabi oluyorlarsa durumlarını yeniden gözden geçirmeleri gerekir. Ehl-i Kitaba benzemenin bir çeşidi de hizipçiliktir. “Dinlerini paramparça edip, hizipleşenler var ya, senin onlarla hiçbir alakan yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Allah onlara yapıp ettiklerini haber verecektir.” (En’am/159)

    Ümmet içinde cemaatçilik bir hastalık haline gelmiştir. Her alanda kendini en iyi, korunmuş, ayrıcalıklı görmek, İslamı yaşamak bir yarıştır. En iyisi biziz deyip övünmek yerine ilmi paylaşarak, birbirlerine yardımcı olarak yarışmaktır. Dini parçalayanlar, Peygamberleri ve Allah’ı parçalayanlar, aslında parçaladıkları imanları, ahlakları, düşünceleri ve ibadetleridir. Allah (c.c.) sıfatlarıyla bir bütündür. Tevhid Allah’ı sıfatlarıyla birlemedir. İnsanın parçaladığı kendi yaşantısıdır. Ehli kitaba benzemenin bir çeşidi de nemelazımcılıktır yani bananeciliktir. Bu hastalık ümmeti ferdileştirdi ve cemaatleştirdi. Kendi düşen ağlamaz, benim sorunum değil, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın, her koyun kendi bacağından asılır sözleri ve bakışları birer Ehl-i Kitap hastalığıdır. Kendi sorunu olmadığı sürece, diğerlerinin sorunlarını görmeme hastalığıdır. Çok uzaktaki sorunları görüp en yakınlarını görmeme veya görmemezlikten gelme.

    “Vallahi ya iyiliği emreder kötülükten nehy edersiniz (alıkoyarsınız), hakka aykırı davrananı hakka çevirirsiniz veya haktan ayrılmasına engel olursunuz yâda Allah sizin kalplerinizi yahudilerin kalplerine benzetir. Onlara lanet ettiği gibi size de lanet eder.” (Tirmizi, Ebu Davud)

    Burada tehdit edilen, lanet edilmekle korkutulan müminlerdir. Bu bananeciliğin, nemelazımcılığın sonucudur. Bir toplumun içinde şirk, haramlar, bid’a ve hurafeleri işleyenlere hayret edilmez de, bunlardan uzak ve temiz kalanlara hayret edilir olmuşsa, böyle bir toplumun kalpleri niçin yahudilerinkine benzemesin. Allah’ın yasalarının dışındaki yasalardan adalet bekleme, onlardan arzı olma, kınamama bir hastalıktır. Bugün laiklik, demokrasi, kapitalizm, töre kalplere içirilmiştir. Kalpler yahudilere benzemişse, akibette onlarınki gibi olacaktır. Diğer bir Ehli Kitap hastalığı da, dini törenselleştirmek. Yıllık, aylık, haftalık ibadet şekilleri belirleyip, ahlaki birkaç kuralla dini yaşadığını zannetme, dini törenselleştirmedir. Kur’an’dan alamadığı hazzı, hocasının kitabında, başka anayasalar da, şiir de, marşta, mevlitten almaya çalışma. Peygamberde alamadığı hazzı, hocasında, şeyhinde, liderinde, atasında, sanatçısında almaya çalışma. Her türlü şirki, haramı, bid’a ve hurafeleri işleyip, Hacc’da, Kadir gecesinde, Cuma’da temizlemeğe çalışma. Bir daha ki Kadir gecesine kadar şirke ve haramlara devam etme bir Ehl-i Kitap hastalığıdır. Dünyadan zevk alacak hali kalmayınca, dine yönelme. Dünyalıklarını ve hedeflerini bitirince, vakit kalırsa Allah’a ibadet etme. Bir ömür boyu nefsine göre hareket edip, turist gibi hacca gidip kilometreyi sıfırlama. Bu ve bunun gibi nice bakış ve ameller, birer Ehl-i Kitap hastalığıdır. Din törenselleştirilirse, ibadetlerde adetleşir ve kişiye yük olur. Hedefsiz, amaçsız ve ruhsuz bir kulluk oluşur. Bugün Ehl-i Kitap birkaç ibadetle sonsuz cennet hayali kurarken, aynı hastalık bu ümmete de sirayet etmiştir. Taklit edilen neyse taklitçi de aynısı olacaktır. Ehl-i Kitabın ve bu toplumun da düştüğü bir hastalıkta, ütopya ve boş hayaldir. Kur’an buna ümmiyye (boş hayal) diyor. Bunca şirk, küfür ve haramlara rağmen sonsuz cennet hayali kurma bir ümmiyyedir. Bugün yaptıklarınız sizindir. Yarına ertelediğiniz her bir şey sizin için bir hayaldir. Yarına ulaşırsanız gerçek olur. Sistemler insanlara, piyangolarla, yarışlarla, spor etkinlikleriyle kumara teşvik ederler ve zenginlik hayalleri satarlar. Vergilendirilince her şeyi meşru sayarlar. Herkes kendi kapasitesinden, etkili olduğu alanlardan sorumludur yani ulaşabildiği alanlardan. Bir kurtarıcı beklemek bir ütopyadır yani hayaldir. İslam’ın dışındaki sistemlerden adalet ve düzen ummak bir hayaldir. Ehli kitabın yaptığı, bu ümmetin de uyduğu bir hastalıkta tartışmacılık. Bir doktorla veya mühendisle onun işini tartışmayan, İslamı az bir bilgiyle her alanda tartışıyorsa, bu bir hastalıktır.

    “Onların dinden bir bilgileri yoktur. Kitabı da anlamazlar. Ancak şüphe ve zanda bulunurlar.” (Bakara/78)

    Yahudiler böyleyken, bu ümmette aynı durumdadır. Sonuca varılmayan her tartışma bir hastalık sonucudur.

    Hadiste: “Sizden önceki kimseler kitapları hakkında tartıştıkları için helak oldular.” (Müslim)

    Elbette bu cahilce ve ehil olmadan yapılan tartışmalardır. Boykot yapılacaksa hayatın her alanında çok yönlü olmalıdır. Aksi halde etkisi dar ve geçici olur. Rasulullah’ın hayatına uymayan her davranış, başkalarını taklittir. Kur’an’ı sadece okuma, hıfz etme, amel edip hayata hakim kılmaya çalışmamak Ehl-i kitabı taklittir. Din adamlarına ve siyasilere sorgusuzca ve körü körüne tabi olma, ehli kitap taklitçiliğidir. Değişmede ayak direme, atalara körü körüne tabi olma Ehl-i Kitabı taklittir. Dini vicdanlara hapsedip, sosyal hayattan çıkartmak Ehl-i Kitabı taklittir. Yapılan nice şirk ve haramlara bakmadan daha dünyadayken cenneti garanti görme, şefaatçiler ayarlama Ehl-i Kitabı taklittir. Din adamlarını aşırı yüceltme, yardım talep etme ve şefaatçi edinme Ehl-i Kitap taklitçiliğidir. Dünya rahatı için siyasi otoriteleri destekleme, zulümlerine ses çıkartmamak bir Ehl-i Kitap taklitçiliğidir. Hayatı hevalara göre şekillendirme, ihtiya anında Allah’ı anma Ehl-i Kitabı taklittir. Allahı göklerin Maliki, Rabbi, İlahı bilip, yeryüzünün Maliki, Rabbi ve İlahı siyasileri ve din adamlarını bilme Ehl-i Kitap hastalığıdır. Dünyaya fazla meyil, fazla zaman ayırma, ahireti az anma ve çalışmak Ehl-i Kitap hastalığıdır. Allah’ı sıfatlarıyla tanıyıp birlememe, kitabı tanıyıp hayatın her alanında geçerli kılmaya çalışmama, Peygamberin gönderilişini ve hayatın hangi alanlarında örnek alınması gerektiğini bilmemek. Dini, birtakım kurallardan ibaret kabul etme, adeten ve törensel olarak yaşama. Bunlar basit ve küçük şeylerle başlar, sonra hayatın her alanına sirayet eder. Taklit ciddi, kalıcı ve kalıtsal bir hastalıktır. Bulaştığı toplumdan kolay kolay gitmez. Nice müslümanlar hayatın her alanında yahudileri taklit eder. Siyasi, ekonomik, eğitim, ahlaki, giyim, kuşam, yeme, içme gibi nice şeylerde onlara tabi olup, onları dost edinenlere tabi olup desteklerken bunları fark etmez, bir çikolata, deterjan, meşrubat almamakla Allah’ın ve müminlerin düşmanlarını boykot ettiğini zanneder. Bu tavır ve bakış nasıl yanlış ise, hayatın her alanında ehli kitaba tavır koymuş, yalnız Allah’ın yasaları hâkim olsun için mücadele eden müminler de bu boykotları basit görmemelidir. Sonucu fazla etkilemez demekte hatalı bir bakıştır ve küçük hataları hafife almaktır. Nasıl ki bir liralık bir infak ile bin liralık infakın azlığı yâda çokluğu değil, ne niyetle yapıldığıdır. Herkes kapasitesince iş yapar. Bozulmanın ve düzelmenin ayrıntılarda gizli olduğu unutulmamalıdır. Yahudiler dünya malını, uzun yaşamayı seven bir toplumdur. Size göre basit olan, onların beyninde, hayatında büyük etki yapacaktır. Dün basit denilen hataların sonucu olarak bugün İslam toplumu bu hale gelmiştir. Küfrü ve Allah’ın düşmanlarını güçlendiren hiçbir girişim basite alınamaz. Bu düşünce Allah’ın ve kendisinin düşmanını tam tanımamanın sonucudur. Basit gibi görülen haramlar bugün toplumun her alanını sarmıştır. Boykot küçük büyük demeden, fikren, amelen, siyaseten, ekonomik olarak hayatın her alanın da yapılmalıdır. Düşmanın belirlediği gündemlere göre tavır ve boykot yapmak yerine, hayatın her alanında sürekli boykot yapmak ancak kendi gündemlerini belirleyen kişilerin işidir. Yeryüzünü saran bunca şirk, haram, bid’a ve hurafeden dolayı zulmün her çeşidinin uygulandığı bu dünya hayatında, Allah’ın gazabına uğramak istemez. Hz. Musa’nın duasını bizde söyleriz:

     “(Musa dedi ki) Allah’ım aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi helak mi edeceksin?” (Araf/155)

    Elbette dünya ve ahirette akıbetin en güzeli muttakilerin olacaktır…                                                            

  • Tevekkülünüz Kime?

    Tevekkülünüz Kime?

    Tevekkül: Hayatın tüm alanlarında Allah’a güvenmektir. Vekil kökünden türemiştir. Vekil; birinin işini üstüne almak, birine güvence vermek, birine işini havale etmek ve ona güvenmektir. Vekil; güvenilen, tevekkül; güvenmek, mütevekkil de güvenen kişidir. Asıl soru ise Tevekkülünüz Kime?

            İman, güvenmek, güvenmek de tevekküldür. Güvendiğine hayatının sevk ve idâresini, yönetimini, karar verme işini kayıtsız ve şartsız teslim etmektir. Kadere iman, Allah’a tevekküldür. Allah’ın takdiri olan kadere güvenemeyenler, kendilerince dünyalık tedbirler almaya çalışırlar. Oysa tevekkül gücünüz kadar mücadele edip, takdire rıza göstererek yaratıcıya güvenmektir.

    Tevekkül Nedir?

           Tevekkül; yaratılan tüm canlılardan ve oluşturulan her makam ve değerlerden ümit kesmek, yüz çevirmek ve sadece Allah’a yönelmektir. Tevekkül etmek, birine veya bir şeye, insanın muhtaç olduğunun göstergesidir. Tevekkül; birine güvenme, sığınma ve ondan yardım beklemektir. O da velisidir. Bu kişinin tek başına kendisine yetmeyeceğinin göstergesidir. Allah’a güvenmesi gerekirken, kendisi gibi âciz ve muhtaç olan yaratılanlara güvenmesi akıl ve irâde sahibi olan insan için büyük bir zillettir.

    Bütün peygamberler bu mânada sadece Allah’a güvenip yönelmişlerdir. “De ki: Ben size bir zarar veya iyilik yapmaya güç yetiremem.” (Cin, 72/21) Yine “De ki: Ben Allah’ın dilemesinden başka kendim için bir zarar veya fayda vermeye güç yetiremem.” (Yûnus, 10/49) Yine “Allah sana bir zarar dokundurursa onu senden kaldıracak ancak O’dur. Sana bir iyilik de dilerse lütfunu geri çevirecek kimse yoktur…” (Yûnus, 10/107) Gibi nice âyetler peygamberlerin bile tek başlarına kendilerine yetemeyeceklerini, Allah’ın dilemesi dışında fayda veya zarar, kendilerine ve etraflarına veremeyeceklerini bildirir. Dolayısıyla da kadere kim iman ediyorsa güvenilip teslim olunacak, itaat edilecek, bel bağlanılıp ümitvar olunacak, yani tevekkül edilecek merciin sadece Allah olduğunu kabul etmiştir. İnsanın bel bağlayıp ümitvar olduğu, kendisi için vazgeçilmez olandır. İnsanın vazgeçemediği de onun ilâhıdır. İlâh, vazgeçilmez olup her emri yerine getirilip, boyun eğilerek itaat edilendir.

           Dünya ve âhireti için tevekkül eden kişi, kendini ya Allah’a ya da siyaset ve din adamlarına teslim eder, rızkını ve işlerini onlara güvenerek kefil kılar ve sadece onlara güvenir. İnsan, tanıdığına güvenir, ona sığınır, onu över ve itaat eder. İbnTeymiye, “Tevekkül, kalbin Allah’a güvenmesidir” der. Râzî de “Tevekkül razı olmaktır” der. Dünya hayatında size her ne takdir edilmişse ondan razı olmanız, Allah’a olan tevekkülünüzdür. Tevekkül kırk âyette, mütevekkil (güvenen) ise dört âyette geçmektedir.

    Peygamberler Kimlere Kefil Olmaz?

    Peygamber’in, inkârcılar ve müşriklere güvence verip kefil olamayacağı, onlardan sorumlu tutulmayacağı âyetlerde bildirilir. Dolayısıyla, ne bel bağlanılan siyasiler, ne de veli ve gavs edinilen hiçbir kişi bir başkasına ne dünyada ne de âhirette güvenilecek vekil ve garanti veren kefil olamaz. Takva, kalp de bir derece olduğu gibi, inananlar arasında tevekkülün de kalbi olarak dereceleri vardır. Tevekkül, Allah’ın takdiri olan kadere güvenip razı olmaktır. Bu hal her kişinin kalbinde farklı değerde olacaktır. 

           Gassal önünde ölü gibi olmak düşüncesi tarikatlarda bir kuraldır. Veli, gavs ve kutub diye isimlendirilen kişilerin önünde ölü gibi olup, ne emrederlerse yerine getirmek gereklidir, derler. Allah’ın âyetlerini sorgulayanlar, yüzlerce âyetini bugüne almayan ve anlatmayanlar, anlatanları kınayanlar, nice âyetleri bu zamanda yeterli görmeyenler, üstünü örtenler, tâbi oldukları din adamlarının hiçbir söz ve amelini sorgulamazlar, sorgulayamazlar. Akıl ve irâde verilip, inanma ve inanmama hakkı verilen insanın ölü gibi olmasını istemek, insana yapılacak çok büyük bir zulüm ve haksızlıktır. Bunu İslâm adına yapmak da daha büyük bir zulümdür. Bu bakışla yetiştirilen insanlar Allah’a değil de din adamlarına ve siyasîlere mutlak tevekkül edip, güvendirilirler. Elbetteki hak üzere olan, hak hâkim olsun için mücâdele edenler bunlardan müstesnadır. 

    Tevekkülünüz Kime?

           İnsan, birine güvenip dünya hayatını ve âhiretini teslim ederek tevekkül edecekse, güvendiği mercii de her şeyi yapabilecek kudret, istediğini istediği zaman yapabilecek irâde, her şeyi bilebilecek ilim gibi birçok sıfat onda olmalıdır. Fakat insanlar bu vasıfları Allah’tan başkasına verirler. Sonrasında da güvenip dünya ve âhiret hayatlarını onlara teslim ederler. Sorulduğunda da Allah dilerse olmaz mı, derler. Oysa Rabbimiz âyetlerinde bunu onlara vermediğini bildirir.  Peygamberlere dahi verilmeyen bu vasıfların nasıl din adamlarına verildiği iddia edilebilir. Bu bakış ve sapmalar binlerce yıldır haktan uzaklaşan toplumlar tarafından yapılmaktadır. Yahudi, Hristiyan, Hindu, Budist gibi nice inanç sahipleri, din adamlarına Allah’ın sıfatlarını verip onlardan beklenti içine girmişlerdir.

           Tevekkül; kişinin gücünün dışında kalan her işi Allah’a havale etmesidir. Gücü kadar çaba harcayıp işin sonucunu Allah’a bırakmasıdır. Çünkü O’nun takdirinden başkası olmaz. Kul istese ve gayret etse de. Aslında Allah’a yapılan tevekkül, insanın her alanda haddini ve sınırını bildiğini gösterir. Allah’a güvenip tevekkül etmeyen inancında ve hayatında her şeyi insana, yaratılanlara ve kendine bağlar. Tevekkül eden, kadere iman eder, rıza gösterir, dua eder, şükür ve hamd eder. Kazandığını Allah’a bağlar, irâdesinin sınırının olduğunu bilir ve teslimiyet gösterir. Birçok âyette“Mü’minler sadece Allah’a tevekkül etsinler” diye bildirilir. Zaten Allah’a gerçek tevekkül edenler de sadece mü’minlerdir.

    Peygamber (s.a.v)’in Tevekkülü

    Rasûlullah (s.a.s) Medine’ye hicret ederken farklı yol kullandı, rehber edindi, mağaraya sığınarak tedbir aldı ve sonrasında Allah’a tevekkül etti. Mağaradayken Hz. Ebu Bekir’e “Üçüncüsü Allah olan iki kişi hakkında ne düşünüyorsun?” buyurarak sadece Allah’a tevekkül ettiğini, onunda tevekkül etmesi gerektiğini söyledi. Tevekkül; sizin tüm çaba ve gayretinizi gösterip, tedbirinizi alıp, sonrasında o işinizi güvenerek sadece Allah’a havale etmenizdir. Uhud’da savaşmadan önce tedbir alıp elli okçuyu yerleştirdi, orduyu en uygun yere koydu, çift zırh giydi ve sonrasında Allah’a tevekkül edip, güvenip dayandı. Her mü’min de, yaptığı işte, gücü kadar mücadele edip, sonrasında tevekkül edecektir. Eliyle, diliyle ve kalbiyle yapması gerekenleri vakti geldiği zaman ortaya koyacak, sonrasında tevekkül edecektir. Eliyle ve diliyle zulmü ortadan kaldırması gerekenler sadece buğzediyorlarsa, oturup beklemeleri tevekkül değildir. İsrâiloğulları’nın, Hz. Musa’ya “Sen git Rabbinle savaş” dedikleri gibi aynı tavrı ortaya koymuş olurlar.

           İnsanlar zayıf, eksik ve bir başkasına muhtaç iken akıl ve irâdelerine, makam ve maddiyatlarına, aşiretlerine, arkalarındaki siyasî güçlere güvenip her şeyi yapacaklarını ve güvende olduklarını düşünürler, ya da dünyada siyaset ve din adına güvendiklerine bel bağlarlar. Ancak onlardan ümitleri kesilince zoraki veya darda kalınca Allah’a yönelirler. Bu bakış tevekkül değil, zorda kalınca Allah’a sığınmadır. Bu durum kâfir, müşrik ve münâfıkların bir vasfıdır.

    Müslüman Allah’a (c.c) Tevekkül Edendir! Tevekkülünüz Kime?

           Her inanç sahibinin dünden bugüne bel bağladığı, sığınıp yardım istediği, güvenip hayatını teslim edip tevekkül ettiği, peygamberler, din adamları, siyasîler, makam ve rütbe sahipleri, maddi imkânlar gibi nice unsurlar vardır. Oysa Allah’a inanan insan için kader bakışı önemlidir. Çünkü kader Allah’ın bir kula dünya hayatı için takdir ettiği her şeydir. Kadere inanan, Allah’ın takdirinden başkasının olmayacağını kabul etmiş demektir. “De ki: Allah’ın takdir ettiğinden başkası başımıza gelmez…” (Tevbe, 9/51) ve Rasûlullah (s.a.s.) buyurduğu; “Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste. Yardım isteyeceksen Allah’tan iste. Bütün insanlar toplanıp sana bir iyilik isteseler, Allah’ın senin için istediği iyilikten başka iyilik yapamazlar. Yine bütün insanlar toplanıp sana zarar vermeye kalksalar, ancak Allah’ın senin için yazdığı zararı verebilirler.”[1]gibi nice hükümler bir kula, Allah’ın takdirinden başkasının olmayacağını bildirir. Bunu bilende zaten mutlak ve sadece Allah’a güvenip O’nu vekil kılarak tevekkül eder. Yani hayatının her alanını O’na teslim eder. O’nunla hüküm yarıştırmaz ve yarıştıranlarla beraber olmaz.

    “…Ben Allah’a karşı size herhangi bir fayda sağlayamam. Çünkü hüküm sadece Allah’ındır. Ben O’na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de O’na tevekkül etsinler, dedi.” (Yûsuf, 12/67)

           Hz. Yakub çocuklarına, “Ben Allah’ın takdirine karşı size güvence veremem ve fayda sağlayamam” demiştir. “Sizin güvenip hayatınızı teslim edeceğiniz vekiliniz olamam” dediği bir yerde niceleri, dünyada ve âhirette şefaat edip yardım edeceğini söylemektedirler. Yani “Bana tevekkül edin, güvenip bana dayanın” demektedirler. Hz. Yakub, çocuklarını şehre gönderirken farklı kapılardan girmelerini ve insanlardan gelebilecek sıkıntılara karşı tedbir almalarını ister. Bu tedbiri alıp sonrasında yapılan da tevekküldür.

    Hakimiyyet Konusunda Allah’a (c.c) Tevekkül

    Hz. Yakub, insan hayatına hükmedip yönetmede hüküm ve hâkimiyet sadece Allah’a aittir diyerek, çocuklarına sadece Allah’a tevekkül edip, O’na güvenmelerini, O’nun takdirinden başkasının olmayacağını bildirmiştir. “Babamız peygamber diye bana güvenmeyin, tevekkül edip güvenecekseniz, bunu sadece Allah Teâlâ’ya yapın” demiştir. “Bir peygamber olarak ben sadece Allah’a güvenip tevekkül ettim, kim de birine güvenecekse, doğrusu güvenmek zorunda ise, birine bel bağlayacaksa, hayatı için vazgeçilmez kabul edecekse, tevekkülü sadece Allah Teâlâ’ya yapsın” demiştir. Hz. Yakub.

    Bugün de her davetçi, Allah Teâlâ’ya güvenip tevekkül edeceği gibi, her insana da yalnız O’na tevekkül etmelerini tavsiye etmelidir. Toplum Allah’ı gereği gibi tanıyamadığından O’ndan başka güvenip tevekkül edecekleri güçler ararlar. Siyasî vekillerine, veli ve din adamlarına, makamlara, maddiyatlara, akıllarına, bedensel güçlerine, zekâlarına gibi nice güvendikleri şeyler vardır. Oysa tüm bunları onlara bahşeden Allah’a tevekkül edemezler. Bu ciddi bir bakış sorunudur. Kime ve neye güveneceğini tam bilememe sorunudur.

    “Eğer Allah size yardım dilerse artık size galip gelecek yoktur. Şayet sizi yardımsız bırakırsa O’ndan sonra size kim yardım edecektir? Mü’minler sadece Allah’a tevekkül etsinler.” (Âl-i İmrân, 3/160)

           Siz, sadece bulunduğunuz zaman diliminde ve bulunduğunuz yerde gücünüz kadar elinizden ve dilinizden geleni yapabilirsiniz. O meselede Allah Teâlâ eğer yardım dilerse başarı ve galibiyet gelebilir. Rabbimiz, “Ben yardım etmez isem, size kim yardım edebilir?” buyurur. Eğer mü’min iseniz o zaman Allah’a tevekkül edin, yalnız O’na bel bağlayın, O’ndan beklenti içinde olun ve tevekkülünüz yalnız O’na olsun, buyrulur. İman, kabul ve güvenmektir, tevekkülde O’nu vekil kılıp güvenerek teslim olmaktır. Dolayısıyla herkesin güvenerek iman ettiği ve tevekkül ettiği merciiler vardır.

    “Şüphesiz ki şeytanın iman eden ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde hiçbir hâkimiyeti yoktur.” (Nahl, 16/99)

    Şeytanın Vesvesesi Karşısında Tevekkülünüz Kime?

           Şeytan, Allah’ın verdiği müsaade ile kıyamete kadar insanlar ile uğraşacak ve saptırmaya çalışacaktır. İnsanlar onu unutsalarda o sabırla saptırma mücadelesine devam edecektir. Rabbimiz, hayatın tüm alanlarında sadece Allah’a güvenip, O’nun yasalarına göre hayatlarını düzenleyen, örnek kıldığı Rasûlün hayatına itaat eden, belirlediği kadere teslim olup tevekkül edenler üzerinde şeytanın şirk ve küfre düşürmek noktasında hiçbir tesirinin olmayacağını bildirir. Allah ile hüküm ve sınır yarıştıranlar, insan hayatı üzerinde Allah’tan başka ölçü koyanlar, zaten şeytanın ordusu içinde olmuşlardır. Bunların tevekkülleri kendi irâdelerine, makamlarına, maddi imkân ve güçlerinedir.

           “Eğer yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O’ndan başka İlâh yoktur. O’na tevekkül ettim. O, yüce arşın Rabbidir.” (Tevbe, 9/129)

    “Her peygamber gibi, siz de insanları hakka davet edin, kendinizde haktan asla ayrılmayın. Eğer itaat etmeyip yüz çevirirler ise onlara deyin ki, Allah Teâlâ güvenip tevekkül etmek  noktasında bana yeter. O’ndan başka itaat edilecek, boyun eğilip hükmü dinlenilecek, övülüp sevilecek başka ilâh yoktur. O zaman O’ndan başkasına tevekkül edilmez, bende sadece O’na tevekkül ettim” deyin.

     “Şüphesiz ben, benimde sizinde Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim…” (Hûd, 11/56)

    “Âlemlerin Rabbi, yani yasa koyup tek yöneten, eğitip terbiye eden, kader belirleyip imtihan eden, aşama aşama geliştiren, benimde sizinde tek olan Rabbinizdir. İnsanlar istese de istemese de üzerlerine kader belirleyen, bedenlerine sahip ve yöneten Rableri tek Allah Teâlâ’dır. Asıl mesele, insan isteyerek O Rabbe teslim oluyor mu?” Peygamberler toplumlarına “Benim de, sizin de hayatınız üzerinde tek egemen, tek söz sahibi olan Allah’a Rab olarak güvendim ve O’na tevekkül edip hayatım üzerinde vekil kıldım” demişlerdir. Her mü’min de böyle düşünmeli ve demelidir.

    Vekil Olarak Allah (c.c) Yeter!

    “Göklerde ne varsa, yerde ne varsa yalnız Allah’ındır. Vekil olarak Allah yeter.” (Nisâ, 4/132)

           Rabbimiz bu âyetinde de kime güvenilip tevekkül edileceğini bildirmiştir. Yer ve göklerde her ne varsa, bunlarında sahibi kim ise ona güvenip vekil kılın, buyurur. Sınırsız gücün ve makamın sahibi ancak Allah Teâlâ’dır. Ancak böyle bir güç sahibine güvenilir, yalnız O’ndan beklenti içinde olunur, yalnız O’ndan yardım umulur. O’da insanların velisi ve mevlasıdır. Rabbimiz, “Güvenip hayatınızı teslim etmede vekil olarak ben yeterim” buyururken, dünyanın her yerindeki inanç sahibi insanlar siyasîleri ve din adamlarını dünya ve âhiretleri için vekil kılıp tevekkül ederler. Onlara güvenerek yarınları için bel bağlarlar. Bu bakış, ya Allah’ı gereği gibi isim ve sıfatlarıyla tam tanıyamamanın, ya da tam olarak güvenmemenin bir sonucudur.

           “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun âyetleri onlara okunduğu zaman imanlarını artırır ve yalnız Rablerine tevekkül ederler.” (Enfâl, 8/2)

           İnanç esaslarını ancak Rabbimiz belirler. Dolayısıyla, imanın, şirkin ve küfrün ne olduğunu Rabbimiz belirler. Mü’minlerin vasıflarından bir kısmını da Rabbimiz bu âyetinde bildirmiştir. Allah’ın isim ve sıfatlarından biri anıldığında kalpleri heyecanlanır, vazifelerini ve yeryüzüne geliş amaçlarını hatırlayıp kalpleri ürperir. Herhangi bir âyet onlara okunduğunda bu âyet bana hitap ediyor bakışıyla imanlarını artırır. Yani Rablerine olan güvenlerini, tevekküllerini artırır. Güvenip dayanmada tevekkülü sadece Rablerine yaparlar. Oysa insanların çoğu, siyasî lider ve din adamlarının adları anıldığında kalpleri ürperir.

    Tevekkülsüz Kalanın hâli: Yardımsız Kalmak.

    Onların sözlerini dinlediklerinde, kitaplarını okuduklarında kalplerinde tesir yapar, o yola olan inançları artar. Niceleri bir din adamına ve söylediklerine, siyasîlere ve vaadlerine, bir şaire ve şiirine verdiği değer kadar Allah’a ve kitabına değer vermezler. Onları savunup korudukları kadar Allah’ın kitabını korumazlar. Oysa insanlar koymuş oldukları kuralları ve yasaları yaşamakla korumuş olurlar ve sonraki nesillere aktarırlar. İnsanlar kendi yasalarını yaşanan bir din, Allah’ın kitabını ise sadece okunan bir din haline getirmişlerdir. Yani yaşanılan, yaşanılmayanın üstüne çıkarılmış olur!

    “De ki: Bize ancak Allah’ın takdir ettiği isabet eder. O, bizim mevlâmızdır. Mü’minler sadece Allah’a tevekkül etsinler.” (Tevbe, 9/51)

           Herkes kabul eder ve der ki: “Allah’ın takdirinden başkası olmaz.” Ancak insanların hayatlarına baktığınızda, sözleriyle yaşantıları birbirine zıttır. Yalnızca mü’minler Allah’ın takdiri olan kadere güvenir. Çünkü sığınılıp yardım umulacak, bel bağlanılacak mevla sadece O’dur. Rabbimiz de âyetinde, “Benim takdirimden başkası olamayacak ise, yardım umacağınız mevlanız ve güvenip hayatınızı teslim edeceğiniz vekiliniz, tevekkül etmede Ben olayım” buyurur.

           “Göklerin ve yerin gaybı ancak Allah’a aittir. Bütün işler O’na döndürülür. O halde O’na ibadet et ve tevekkül et. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (Hûd, 11/123)

           Tarih boyunca nice topluluklar, peygamberlerinin ve din adamlarının gayba istedikleri zaman ulaşabildiklerine inanmış ve onlara tevekkül edip yardım beklemişlerdir. Gelen yardımları ve iyilikleri onlardan bilmişlerdir. Rabbimizin Rasûllerine vahiy olarak bildirdiğinin dışında gaybı bilecek, hatta her an ve her zaman bilecek kimse yoktur. Yer ve göklerde insanın bilemeyeceği hiçbir şeyi,onların bildiği iddia edilmemelidir. Gaybî olanları Allah’tan başkası bilmiyor ise, o zaman yalnız O’na boyun eğip, O’nun emri yerine getirilerek kalben sevgi ve saygıyla O’na ibadet edilmelidir. Yalnız O’na güvenilip bel bağlanılarak tevekkül edilmelidir. Güvenilerek tevekkül kime ise, yardım ummak ve sığınmak ona olacaktır.

    Tevekkülünüz Kime? Allah’a (c.c) mı? Kullara mı?

           İnsan yarınları için Allah’ı unutup her ne planlıyorsa, hesap kitap ediyorsa tevekkülü başkasına yapmıştır. Sonra da bekledikleri olmayınca güvenip bel bağladığı dağlarına karlar yağar. Aklına, zekâsına ve imkânlarına güvenen, ben bana yeterim diyenlerin sonu! Şeytanın insan üzerindeki en büyük etkisi belki de ona, Allah’ı unutturmasıdır. Allah Teâlâ unutulunca, O’nun yeri kesinlikle başkalarıyla doldurulacaktır. Mutlak olarak da onlara güvenilip tevekkül edilecektir. 

           “Onlar sabredenler ve yalnız Rablerine tevekkül edenlerdir.” (Nahl, 16/42)

           Her peygamberin ve onların yolunda olan mü’minlerin yapacakları iş… Hayatın getirdikleri karşısında sabırla, sapmadan, hak üzere kalma mücadelesi vermek, sıkıntılardan çıkma gayreti göstermektir, sabır. Sadece dua ederek, elleriyle yapmaları gerekeni Allah’a havale edip kenarda beklemek sabır değil, Yahudilerin ahlâkıdır. Sabredememenin sonucunda nicelerinin ve nice toplulukların ayakları kaydı ve saptılar. Sonrasında güvenmeyi siyasîlere, akıllarına, bilgilerine, maddi imkânlarına, güçlerine, din adamlarına yaptılar ve onlara bel bağlayıp, tevekkül edip güvendiler. Sonrasında da bu bakışı ve yaşantıyı ısrarla savundular. Haktan bâtıla geçenler sapmakla kalmayıp, o yolu tek hak kabul ediyorlar ve savunuyorlar. Haktan bildikleri her ne varsa, bunları bâtıl olanları, hak olarak göstermek için kullanıyorlar. Bu, bile bile bâtılda ısrar ve hakkın üstünü bâtıl ile örtmektir. Bir ömür, ısrarla ve sabırla hakta kalmak kolay değildir. Dolayısıyla da cennet kolay kazanılacak bir yer değildir. 

    “Sen ölmeyen, diri olan Allah’a tevekkül et. O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından O’nun haberdar olması yeter.” (Furkân, 25/58)

    Âyet, Rasûlullah’a (s.a.s.) ve iman ederek Allah’a tevekkül edip güvenen bütün mü’minleredir. İnsanın bel bağlayıp güveneceği, hayatını tek taraflı kayıtsız ve şartsız teslim edeceği vekil sadece Rabbimizdir. Çünkü vekil kılınana tevekkül edilerek güvenilmiş, hayatın sevk ve idâresi teslim edilmiştir. Akıl ve irâdesi olan ve kullanabilen insana düşen ölmeyen, hayatı yaratıp devamını sağlayan Allah’a güvenmesidir. Yani tevekkül Hayy ve Kayyum olana, yani hayatı yaratana ve devamlılığını sağlayana yapılır. Tevekkül edip güvenilerek vekil kılınan yüceltilmiş, övülüp yüceltildiği için de vekil kılınıp tevekkül edilmiştir.

    Vekili Allah (c.c) Olanın Korkusu Yoktur!

           İnsan, tanıdığını sever, över, boyun eğip hükmünü dinleyerek itaat eder. Yalnız ona güvenir ve hayatını teslim eder. Yani vekil kılarak tevekkülü ona yapar. Bunu ya Allah’a ya da insanlara ve imkânlara yapar. Önemli olan insanın muhtaç, âciz ve zayıf olduğunu bilip, kabul etmesi ve sadece yaratanına güvenip tevekkül etmesidir. Her inanç sahibi ve topluluk bunu iddia etsede, ancak gerçek iman sahipleri bunu yapmaktadır.

           Tevekkülün meydana çıkması ve devam etmesi için insanın önce aciz, bir başkasına muhtaç, zayıf ve korkak olduğunu bilmesi ve kabul etmesi gerekir. Çünkü korkan ve zayıf olan insan sığınacak yer arar. Bu konumdaki insan, bir de imtihanlarla sürekli sınanıyorsa, mutlak olarak birine güvenip vekil kılmaya, birine boyun eğip hükmünü dinleyerek itaat etmeye, birinden yardım görmeye ve korumasına girmeye muhtaçtır. Allah’ı gerçek manada isim ve sıfatlarıyla tanımıyorsa, bu yerleri yaratılanlarla dolduracaktır. Tevekkül edip güvenerek bel bağladığı, gün gelecek onu şirke ve küfre kadar götürecektir.  Dolayısıyla tevekkül edip vekil kılmak insan için mutlak bilinmesi ve gereğinin yerine getirilmesi gereken bir durumdur. Allah’a sevgi ve saygıyla yapılmayan tevekküller, gün gelecek sevgi ve saygıyla yaratılanlara yapılacaktır. Bu da o kişinin ibadeti olacaktır. Dolayısıyla cennet, gerçekten Allah’a samimi olarak güvenen ve hayatı için vekil kılan mütevekkilin olanların olacaktır.

    [1]Tirmizî.

    Tevekkülünüz Kime? Yazısını okudunuz. Kur’an’ın Verdiği Mesajlar Yazısı için tıklayın.

  • Kur’an’ın Verdiği Mesajlar

    Kur’an’ın Verdiği Mesajlar

       Alemlerin Rabbi insanı yeryüzünde imtihan etmek için göndermiştir. Akledenlere de düşen de kendisini yeryüzüne kimin gönderdiğine bakmasıdır. İnsanı yeryüzüne gönderen, kimin daha güzel amel edeceğini sınamak için imtihanlardan geçirecektir. Rabbimiz de kitabında insana vazifelerini ve sakınması gerekenleri bildirmektedir. Daha güzel ameli ortaya koymak için Kur’an her bir ayetiyle mesajlardan oluşur. Akleden insan için mesaj vermeyen ayet yoktur. Mesele, verilen mesajı anlayıp, kendi üzerine almaktır.

            İmanla ilgili mesajlar, ahlakla ilgili mesajlar, toplumsal ilişkiler ve ibadetlerde ve nasıl olacağıyla ilgili Kur’an da binlerce ayetlerle mesajlar verilmektedir. Geçmişe nasıl bakılması gerektiğiyle ilgili iki bin beş yüz civarında ayetlerle verilmek istenen mesajlar olduğu gibi, sonsuz ahiret hayatına hazırlıkla ve orayla alakalı yüzlerce ayetlerin verdiği mesajlar. Bunun yanında Rasulullah’ın (s.a.s) yüzlerce hadisiyle verilen dünyaya ve ahirete bakışla alakalı mesajları.

    Kur’an ve Bakış Açısı

           İnsan için bakış çok önemlidir. İmtihana bakış, dünya hayatına ve ahirete bakış, belâ ve musibete ve sonrasında gösterilen duruşa bakış, imtihanlar unutulduğunda devamında gösterilen bakış, yer, gökler ve içindekilere bakış, geçmişe ve geleceğe bakış, ilaha, Rabbe, veli ve vekile, mâlik ve melike bakış, şirke, küfre ve tağuta bakış, dünün ve bugünün Firavun ve Nemrutlarına bakış, mala ve makama bakış, hayata ve ölüme bakış, kadere ve kazaya bakış, zamana ve nasıl kullanıldığına bakış, amele ve nasıl işlendiğine bakış, ahirete, hesaba, kendi hesabını vermeye ve insanlarla hesaplaşmaya bakış, eşyaya ve kimin için kullanıldığına bakış, kitaba ve itaat edilip edilmediğine bakış…

    Peygambere ve ona tabi olunup olunmadığına bakış, eşe, çocuğa ve nasıl bir aile olunduğuna bakış, akrabaya ve komşuluğa bakış, bütün müminleri vücudunun parçası gören kardeşliğe, ümmet olmaya ve cemaatleşmeye bakış, davete, nasıl yapıldığına ve kimin için yapıldığına bakış, sâlih amele, ihlasa, takvaya, ihsana, tevekküle, sabra ve yapılıp yapılmadığına bakış, hasete, kibre, riyaya, gıybete ve onlardan kalbini sakındırıp sakındırmadığına bakış, bilgiye ve ne amaçla elde edildiğine bakış, nasihate ve nasihatı kendi üzerine alıp almadığına bakış gibi, kitabın verdiği nice bakışlar.

           Fâtiha’nın ve Bakara Suresi, Nâs, İhlas ve Kâfirun Surelerinin verdiği mesajlar. İmam Şâfi’nin “Kur’an inmeseydi, Asr Suresi insanın kurtuluşu için yeterdi” dediği Asr Suresi’nin verdiği mesaj, Tebbet Suresi’ne ve müşrik akrabaya bakış gibi nice sûre ve ayetlerin verdiği bakışlar.

    Basiret İle Bakabilmek

           Hz. Adem’e, imtihanına ve sonrasına bakış, Hz. Nuh’a ve kavmine, Ad ve Semud kavmine, onların söylediklerine ve yaptıklarına bakış, Hz İbrahim’e ailesine ve onların yaşantılarına, Nemrut’a toplumuna ve yaptıklarına bakış, Hz. Yusuf ve yaşadıklarına bakış, Hz Musa’ya, Firavun’a ve toplumuna bakış, Hz Zekeriya, Yahya ve İsa’ya bakış. Rasulullah’a (s.a.s.) ve ashabının örnek hayatlarına bakış. Ashabı Kehf’e, ashabı Uhdud’a, Habibin Neccar’a, Firavun ve karşısında iman eden sihirbazlara, Talut ve tabi olanlara bakış. Hz Bilal’e, Yasir ailesine, Hz Habbab bin Eret’e ve nice ashabın Mekke ve Medine de yaşantılarındaki örnekliklerine bakış. Tüm bunlara ve bu zamana taşınıp taşınılmadığına bakış. Tüm bu mesajlar üzerinden Kur’an’a ve sünnete ve bugün bizde müminiz diyenlere ve yaşantılarına bakış.

           Kur’an’ı elinize aldınız ve ilk sûre olan Fatiha’nın bize vermesi gereken mesaj. Kitabın son suresi olan Nas Suresi’nin bize verdiği ve bizin almanız gereken mesaj. “De ki” emriyle bildirilen yüzlerce ayetlerin mesajı ve onlara bakış. “Ey iman edenler” diye hitap edilen doksana yakın ayetlerin mesajına bakış. “Ey inananlar” “Ey Ademoğlu” diye başlayan ayetlere ve bu ayetlerin inancı ne olursa olsun her insanın bilme hakkı olduğu ve söylenilmesi gerektiğine bakış.

    Kur’an’ın Verdiği Mesajlar : Değişimi İstemek

           Değişmek isteyen, gidişatını beğenmeyen, yarının hesabını yapan, geçmişe ve kendi geçmişine bakan, bir  ömrün hesabını düşünenlerde ancak Kur’an’ın verdiği bu bakışlar oluşur. İnsan kendisine, etrafına, yer ve göklerde bulunan nice delillere ve insanların başlarına gelen sıkıntılara baksa nice akledecek, kendisinde bakış oluşacak deliller bulur.

           “Ben cinleri ve insanları yalnız bana ibâdet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56)

           İnsan yeryüzünde imtihanda, birine boyun eğip, emredilenlere uymak, birine güvenip yönelmek zorundadır. İsteyerek, gönülden kime boyun eğip, emredileni yerine getirirse ona ibadet etmiştir. Ayetin verdiği mesaj, insan birine boyun eğip itaat edecek, emredileni gönülden yaparak ibadet edecektir. Bu boyun eğerek yaptığı itaati, gönülden teslimiyet olan ibadeti kime yapacaktır. İnsan mutlak ibadet edecek, yani birine uyacak, yönelecek, övüp sevecek, ölümüne bağlanacak ve güvenecektir. Bunu ya Allahu Teâlâ’ya ya da siyasi ve din adına insana yapacaktır.  

           Rabbimiz kitabında müminlere, amel işleyin değil de, sâlih amel işleyin bakışı verir. Kur’an da 91 kez sâlih amel işleyin diye emredilir.

           “Şüphesiz iman edenlerin sâlih amel işleyenlerin, namazı kılıp zekatı verenlerin Rableri katında mükafatları vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Bakara, 277)

            “İman edin salih amel işleyenler.” (Asır, 3)

    Amel Islâh Olduğu vakit, İmân Islâh Olur!

           Bir amelin ıslah edilip sâlih olabilmesi için, içinde Allah’a sıfatlarında eş tutulan şirk, Hakkın üstünü örtmek olan küfür, kalben inanılmayıp ikiyüzlü olunan nifak, Rabbimizin yasakladığı haram, dine sonradan sokulan ve hakkın yerine geçirilen bid’at ve hurafe, amelleri yok eden ve başkasına verilenlere karşı yapılan hased, nimeti kendine mal edip onunla övünülen kibir, verilenleri imtihan aracı göremeyip insanlara gösterme yarışı olan riya ve müminlerin hoşlanmayacağı şeyleri arkalarından konuşmak olan gıybetten arındırılmış olması gerektiği gibi, her kötülükten arındırılarak ihlas ile, Allahu Teâlâ görüyor düşüncesiyle en iyisini yapma çabasıyla ihsan ile, her yasaktan sakınarak takva ile ve yalnızca Rabbe güvenerek tevekkülle yapılması gerekir. İman olmadan da hiçbir amelin geçerliliği olmayacaktır. Ayetlerin verdiği mesaj, amelin değil de ıslah edilmiş sâlih amelin kabul edileceği ve ahirette karşılığının olacağı bildirilir. 

           “De ki: Sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 155)

           İmtihan herkes insan için güçleri kadar farklı, fakat kim o imtihanı sabırla karşılayıp Rabbine daha da yakınlaşırsa, sınandığı imtihanın değil de, gösterdiği sabrın karşılığını alacaktır. Yoksa kişi çektiği imtihan ve sıkıntıyla kalır. Ayetin verdiği mesaj her insanın mutlak imtihan olacağı, fakat ne zaman ve hangisiyle sınanacağını bilmemesidir.

           “De ki: Bize ancak Allah’ın bizim için yazdığı isbet eder. O bizim Mevlâmızdır. Mü’minler sadece Allah’a tevekkül etsin.” (Tevbe, 51)

          İmtihanların bir bölümü insanların ellerinden olsa da Allah’ın dilemesi olmadan hiçbir şey gerçekleşemez. Rasulullah (s.a.v) “Bütün dünya insanı bir araya gelip sana bir iyilik isteseler ancak Allah’ın takdir ettiği kadar ulaştırabilirler. Yine tüm insanlar bir araya gelseler ve sana bir kötülük dileseler, yine Allah’ın takdir ettiği kadar kötülükte bulunabilirler.” (Tirmîzi, Müsned)

    Kur’an’ın Verdiği Mesajlar : Takdir ve Tevekkül

           Sebepler ve sebep olan farklı olsa da, Rabbimizin her kula olan takdiri değişmeyecektir. Verilen mesaj, imtihan için takdir değişmeyecekse mümine düşen de sadece Rabbine güvenip tevekkül etmesi gerektiğidir. Çünkü insanın sığınıp yardım umacağı, yardım bekleyeceği mevlası sadece Allahu Teâlâ’dır. Takdire rıza gösterenlerin yapacağı ve söylemesi istenilen söz ve bakış budur. Bazen Rabbimiz imtihan gereği sınarken, bazen de insanlar kendi yaptıklarının sonucunu yaşarlar.

           “Size isabet eden her musibet ellerinizin kazandığı sebebiyledir. Bir çoğunu da affeder.” (Şura, 30)

          Her kişi başına gelenin hatalarının sonucu olup olmadığına bakmalıdır ki, Rabbini suçlamaya kalkmasın. Rabbimiz, insanların hatalarının karşılığında hemen ceza vermez, hataların çoklarının cezasını da dünyada affeder. Musibetlere kader deyip kendini temize çıkarmaya çalışmak çoğu insanın bir hastalığıdır. İnsanın elinden olan sapmanın, şımarmanın, kibirlenmenin ve imtihanı unutmanın sonucunda sınanma her zamanda ve her yerde gelebilir bakışında olunmalıdır.

          “Yoksa o memleket halkı uyurlarken, kendilerine geceleyin azabımızın gelmesine karşı emin mi oldular. Ve yine onlar azabımızın kendilerine kuşluk vakti eylenirken gelmesine karşı emin mi oldular.” (Âraf, 97-98)

    Musibet Her Canlıya Gelir…

           Sıkıntı inanç ayrımı yapmadan herkese taşıyacakları kadar gelir. Kimse imtihandan, gece yada gündüz gelmesinden emin olmamalıdır. Musibet sadece kötüye gelir denilemez. Musibetin olduğu yerde her çeşit insan vardır. Allahu Teâlâ bir toplumu toptan helak edecekse müminleri oradan çıkarır. Hz. Nuh ve müminleri gemiyle, Hz. Lut’u da iman edenlerle o beldeden çıkartmış, geride kalanların tamamını büyük küçük demeden helak etmiştir. Bu devrin musibeti herkese gelir. Hadiste bildirildiği gibi herkes de inancına göre haşrolur.

           “O hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır. …” (Mülk, 2)

          Ayetin verdiği mesaj, dünya hayatı imtihan ve sınanma yeridir. Bu imtihanların sonucunda kim daha güzel bir kullukta bulunup, itaat ve ibadet edip sadece  Allah’a boyun eğecek belli olsun. Kimsenin kimseyi beğenmediği, geçmişi kınamadığı bir yerde, Rabbimiz de bakalım siz nasıl bir kulluk ortaya koyacaksınız görülsün buyurur. Ayetin verdiği mesaj, hayatın ve ölümün amacını, herkesin kendi kulluğuna bakması gerektiğidir. Hayatın ve ölümün amacı bunun içindir, yani kim daha güzel kulluk yapacaktır.

           “Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği ile yükümlü kılar….” (Bakara, 286)

    Kur’an’ın Verdiği Mesajlar : İmtihanın Ağırlığı

           Hiç bir kimse imtihanını büyük görüp, diğerlerininkini hafif görmemelidir. Her sınanma kişinin kaldıracağı kadardır. Rabbimiz taşınacak yük yüklerken, insanlar birbirlerine taşıyamayacağı yükleri yüklerler. Rabbimiz, kırkta bir zekat yüklerken, insanlar onlarca vergi koyarak insanların işlerine ortak olurlar. İnsanlarda kendilerine yapılan zulme destekleriyle ortak olurlar. Ayetin mesajı Rabbimiz taşınamayacak yük yüklemez. Ağır olmayan yükte de sabır gerekir.

           “Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 153)

           “Sabredenleri müjdele,” (Bakara, 155)

           “Sabret. Bil ki sabretmen ancak Allah’ın yardımıyla olur.” (Nahl, 127)

           “Allah sabredenleri sever,” (Ali İmran, 146)

           “O halde sabret, çünkü dünya ve ahirette hayırlı son takva sahiplerinindir.” (Hud, 49)                                   “Sabretmenizden dolayı size selam olsun.” (Rad, 24)

           “Sabredenlere mükafatları hesapsız verilecektir.” (Zümer, 10)

           Sabır, genişlikte ve darlıkta olan imtihanlarda işin hakkını verip imtihanının gereğini yerine getirmeye çalışmaktır. Sabır sıkıntılardan çıkmak için verilen mücâdeledir. Sabır boyun bükmek değil, hakta ve hak için direnmektir. Sabırla iman, amel ve davet mücâdelesi verenlerle Rabbimiz beraber, onları ahiretle müjdeler, bu sabrı gösterenleri sever, onlara ecirlerini hesapsız verir. Sabırla imtihanının hakkını vermek Rabbimizin yardımıyladır. Sabır dünya ve ahiret için hayırlıdır, bu da hakka uyan takva sahipleri içindir. Ayetlerin verdiği mesaj, sabır, oturup yardım beklemek değil, mücadele edip hak etmektir.

           “Öyleyse seninle birlikte tevbe edenlerle emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Haddi aşmayın. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir.” (Hud, 112)

    Sabır Nedir?

           Sabır, şirk, küfür, haram, bid’at, hurafe ve her türlü yasaktan dönüp tevbe eden ailesi ve müminlerle beraber iman, ahlak, muamelat ve ibadetlerde emrolundukları gibi kulluk yapmaktır. Ayetin verdiği mesaj, emrolunan şeyleri yapmayanlar imanda ve amellerde tağutlaşıp haddi aşmışlardır. Şüphesiz Rabbimiz, her yapılan ameli ve niyetini derecesiyle bildiği bakışında olunmalıdır.

           “Allah’a itaat edin” yani, hükmedip yönetmede hakimiyeti mutlak ona verip, sadece  ona boyun eğerek  emrettiklerini yerine getirin diye emredilir. “Rasul’e itaat edin” ise, o nasıl iman edip güvenmiş, nasıl boyun eğip itaat etmiş ise, sizde öyle itaat edin. İtaat emri seksen beş ayette geçer ki, önemine binaen. İman etmekle veya ettim demekle işin bitmeyeceği, kurtuluşun iman ve emrolunduğu gibi amel ederek itaatten geçtiğinin bakışı verilir. Herkes itaat ediyor da, emrolunduğu gibi itaat eden çok azdır. 

           Tevekkül, tedbir alıp işin sonucunu vekil kılarak Rabbe teslim etmektir. Müminler sadece şartsız ve aracısız Allah’a güvenir, tevekkül ederler. Tevekkül ayetlerinin verdiği mesaj insana, sen sana yetemezsin, yaratanına muhtaçsın, mücadele edin, tedbir alın ve sonrasında Rabbe güvenin bakışı. 

           Asr Suresi mutlak kurtuluşun dört reçetesini bildirir. İman olmadan diğerlerinin bir geçerliliği yoktur bakışı. Salih amel, hakkı ve sabrı tavsiye de, imanın sağlam olması ve devamlılığı için vazgeçilmezdir. Asr Suresi okunarak tavsiye edilir ki, ahirette kurtuluşun bundan başka yolu yoktur.

          Nâs Suresi’nde verilen mesaj, mutlak olarak insanların hayatlarına hükmedip yöneten, eğitip terbiye eden, hakimiyet kayıtsız ve şartsız kendisine ait olan Rab, insanları ve bütün yarattıklarını hükmüyle sevk ve idare eden Melik, kendisinden asla vazgeçilemeyip itaat edilen, övülüp sevilen İlah olarak Allah’tan başkasına yönelmemeleri gerektiğini bildirir. 

    Mesajlar Birbirini Tamamlayıp Akılda Şüphe Bırakmıyor

           İhlas Suresi’nin verdiği mesaj, O Allah tektir diyen, O’nu isim ve sıfatlarıyla bilinip birleyecek ki tevhid denilen birleme gerçekleşsin ve kişi mümin ismini alsın. Surenin sonu O’na sıfatlarında hiçbir şey denk tutulmayacaktır bakışı verilir. Allahu Teâlâ’nın sıfatlarının ve hükümlerinin üstü örtülürse küfür, O’na her hangi bir şey sıfatlarında denk tutulursa şirk olduğu bilinmelidir. 

           Kâfirun Suresi’nin verdiği mesaj, Nas Suresiyle rab, melik ve ilah olarak Allah’a mutlak sığındınız, ihlas suresiyle de Allah’ı sıfatlarıyla birlediniz, “De ki” emriyle de bunları dediniz, artık safların ayrılma zamanıdır. Kafirun Suresi’ndeki deki emriyle hakkı anlatıp anlamalarını sağladığınız ve onlarında Bâtılı tercih ettikleri zaman, artık siz onlara, ben sizin boyun eğip itaat ettiğiniz, kalben yönelerek ibadet ettiklerinize ibadet etmediğim gibi, siz de benim gibi Allah’a tüm isim ve sıfatlarıyla boyun eğip ibadet etmiyorsunuz. O takdirde sizin yaşantınız ve inancınız sizin olsun, benimki de benim olsun mesajı verilir. İki yüzün üzerindeki ”De ki” emri, önce kişinin bunları yaptığını sonrasında da bunları etrafına dediğini gösterir. “De ki” emri tercih değil, bir emirdir.

           “İyilik ederseniz kendiniz için yapmış olursunuz, kötülük yaparsanız da kendiniz için yapmış olursunuz.” (İsra, 7)

           Ayetin verdiği mesaj, kimsenin kimse için ne dünyasına ne de ahiretine birşey yapmadığıdır. Ayrıca Rabbimizin insanların iman ve amel tercihlerine karışmadığının göstergesidir. İyi ya da kötü davranışlar ve kazanımlar herkesin kendisi  içindir. Bunun için kimsenin kimseye minnet duyması, övmesi, kınaması ve eleştirisinin önemi yoktur. Herkesin yaptığı ve kazandığı kendine ait ise, kınama ve eleştiri de kişinin kendine olmalıdır.

           Herkesin sadakatten, davetten, samimiyetten bahsettiği bir yerde Hz. Nuh’un 950 yıllık verdiği sabırlı davetin, samimi hak da kalmanın, aynı şeyi söyleme sabrının verdiği mesaj önemlidir. Bir kaç yılda veya birkaç davetten sonra bıkan, yıpranan, mızmızlananların, 950 yıllık daveti anlamaları kolay olmasa gerek. Konuşurken 950 yıl, dile kolaydır. 

    Tağutlar ve Firavun Örneği

           Tağutu ve haddi aşmak olan tuğyanı anlamak için kendisinden ismen 78 defa bahsedilen Firavun örneğini iyi anlamak gerekir. O zalimin üzerinden verilen mesajı akledenler ve zamanına indirenler, ayetlerin verdiği mesajları anlayacaklardır. Yeryüzünde gezip dolaşanların alacakları mesaj, bunlar sadece tarihin kalıntıları, yaşanmışlıkları değil de, Allah’a ya itaatin ya da isyanın eserleri olduğudur. Yerlerinde yeller esmekte ya da başka isyanlar ve sapmalar o yerlerde ibret alınmadan yapılmaktadır.

           Rabbimiz kitabında bir kısım peygamberin hayatından zamanın akledenlerine mesajlar verir. Hz. Âdem ve Hz. Nuh üzerinden verilen nice mesajlar. Bin yılda geçse haktan ve hakkı söylemekten vazgeçmemek. Hz. İbrahim üzerinden verilen mesaj, tek başınıza kalsanız ve ateşe atılma pahasına olsa da hakkı yaşama ve söylemeden vazgeçmemek. Hz. Musa üzerinden verilen mesaj, Firavun gibi bir zâlime hakkı söyleseniz gerektiğinde yumuşak lisan ile söylemek ve etrafınızdakiler hak karşısında direnseler de Rabbe teslim olup, sabırla düzeltmeye çalışmak.

    Hz. Yusuf üzerinden verilen mesaj, yakınlardan sıkıntı görüp köle yapılsanız dahi affedici olabilmek. Hz. Süleyman gibi saltanat içinde dahi olsanız Rabbe teslimiyet ve itaatten vazgeçmeyip kulluğa devam etmek. Hz. Lut üzerinden verilen mesaj, bir tane mümin erkeğin olmadığı bir toplumda dahi hakta kalıp davet etmek. Rasulullah (s.a.v.) üzerinden verilen mesajlar, Mekke’de zulümle yaşanılan bir ortamda tevhidi söylem ve eylem, Medine de İslam’ın hâkim olduğu toplumda ise, emrolunduğu gibi dosdoğru olup, muâmelat, ibâdet, savaş, davet gibi nice alanlarda emrolunanlara uyma hassasiyeti göstermek.

           “Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Herkes yarına ne gönderdiğine baksın. …” (Haşr, 18) ve “…Kendiniz için önceden gönderdiğiniz her hayrı Allah katında bulacaksınız. ..” (Bakara, 110)

    Kur’an’ın Verdiği Mesajlar ‘ı en İyi Anlayan Toplum

           Sahabeyle bu zamanın insanlarını ayıracak en belirgin farklardan biri, onlar verilen mesajı kendi üzerlerine alırlardı ve hemen uyma çabasındaydılar. Başkalarını kınayan ve uğraşanlara ayetlerin verdiği mesaj, siz önceden ne gönderdiğinize bakın, çünkü yarın onu hazır bulacaksınız  Kur’an’ın bildirdiği mesajlara uyan veya uymayıp hevasına uyanlar, mutlak olarak ahirete kendi paylarına söylem ve amellerini gönderirler. Verilen destekler savunmalar ve vesile olunanların sonucu da ahirete gönderilecektir. Herkes önceden ne göndermiş ve vesile olmuş ise, onu orada hazır bulacaktır. Gönderilenlere göre de karşılık görülecektir. Dolayısıyla cennet ve cehennem herkesin önceden gönderdiği kazanımlardır. İnanç ve amellerinin karşılığı olarak herkes emek harcadığı ve hak ettiği yere girecektir. Müminler için Allah’ın affı, bağışlaması bir tarafa, kimseye haksızlık yapılmadan hak edilen ele geçecektir. Dolayısıyla da kimsenin kimseye kızma hakkı yoktur.

           Ahirete ciddi hazırlık yapmayanların söyleyeceği nice keşkeler olacaktır. Nice imtihanlardan ders çıkarmayan, verilen zamanları gereği gibi kullanmayanların keşkelerinin faydasının olmayacağı malumdur. Rabbimizin ayetlerinden elbette muhakeme ve muhasebe yaparak akledenler ders ve ibret çıkarır ve alırlar. Âkıbetin güzeli de elbette onlar için olacaktır.

    Kur’an’ın Verdiği Mesajlar Yazısını Okudunuz. Hüküm Ancak Allah’a Aittir! Yazısını okumak için linke tıklayabilirsiniz.

  • İSLAM VE TOPLUM

    İSLAM VE TOPLUM

    Rabbimiz insanı yoktan yarattı ve yeryüzünde sorumlu olarak imtihan için gönderdi. Gerek
    yeryüzünün sorumluluğu, gerekse insanların kendi aralarındaki ilişkilerin nasıl olacağıyla alakalı
    hükümleri bildirmiştir. İmtihan da olunmak da zaten emir ve yasaklar gerektirir. Önemli olan bu emir
    ve yasakları kim belirleyecek? Rabbimiz insanı ben yarattım, onların üzerinde hükmeden hâkim
    benim, yani hâkimiyet bana aittir buyurur. Ayette “Yaratmak da emretmek de O’na aittir.” Buyurur.
    Hükmeden hâkim, yöneten ve sevk ve idare eden, eğitip terbiye eden Rab, itaat edilecek ilah benim
    buyurur. Yani insanın hayatının her alanını sevk ve idare edecek dini ben belirlerim buyurur. Tahrif
    olmuş dinler ve toplumlar kendilerini halis din sahibi görürler. Oysa Rabbimiz “Muhakkak ki Allah
    katında din İslam’dır.” (Ali İmran/19) ayetinde buyurarak, kendi katında ve gönderdiği dinin İslam ve
    ahirette de kabul edeceği dinin de İslam olduğunu bildirmiştir.
    İnsan yaratıldı ve Allah’ın takdir ettiği zamanda, sorumlu olduğu yere gönderilmekle emir ve
    yasaklar başladı. Hz. Âdem ve hanımı cennette iken imtihan olundular. Sonra yeryüzüne geldiler ve
    imtihanları devam etti. Dünya hayatı için de gerekli olan emir ve yasaklar bildirildi. Bir aile için lazım
    olan emirler. Eşler arası ilişkiler, çocuk eğitimi, helaller ve haramlar, kardeşler arası ilişkilerde emirler
    geldi. Sonra akrabalıklar ve komşuluklarla ilgili emirler. Cemaat oldular ayrı emir, devlet oldular,
    emirler daha da genişledi. Topluluklar oluştu daha geniş emirler geldi. Kur’an’ın bildirdiğine göre ilk
    şirk toplumu, Nuh (as)’ın kavmi ile başladı. Allah ile hâkimiyet yarıştıran ve kendilerini din belirleyip
    yöneten rab gören topluluk gündeme geldi. Hz. Nuh dokuz yüz elli yıl toplumun iman etmesi için
    mücadele verdi. Çünkü iman olmadan mü’min, teslimiyet olmadan da Müslüman olunmayacaktı.
    Dolayısıyla da İslam toplumu meydana gelmeyecektir.
    Hz. Nuh kavmiyle başlayan şirk ve küfür topumu kıyamete kadarda bu haddi aşmışlıklarına, Allah
    ile hüküm yarıştırmalarına, batıl din ve toplum oluşturmalarına devam edeceklerdir. La ilahe illallah
    diyen, ben Allah’dan başka hükmedip din belirleyen, yöneten ve itaat edilecek ilah ve rab kabul
    etmiyorum der. Hâkimiyeti Allah’a vermek, hüküm içeren din belirlemeyi Allah’a vermektir.
    Dolayısıyla İslam, insan hayatının tüm alanlarının ölçüsünü belirleyen kuraklar, emir ve yasaklardır.
    Bunun karşısına çıkarılmış her bir kural, yasa, ölçü, fikir, düşünce, bence, bana göreler birer din
    belirlemedir. “Onlar hahamlarını, Rahiplerini ve Meryem oğlu İsa’yı rabler edindiler.” (Tevbe /31)
    ayette bildirilen din adamlarını rab edinme, Allah’ın helalini haram, haramını da helal saymadır. Yani
    Rabbimizin hükmü karşısında herhangi bir hüküm, fikir, yasa ortaya koyma rablik ortaya koymadır.
    Akıl ve irade verilen insan, kendini başıboş zannedip, kendi kendine yeterli olduğunu düşünür. İnsan,
    hayatı için emir ve yasaklar belirleyip Allah ile hüküm ve yönetmede bir yarış haline girişir. Şeytanın
    Hz. Âdem’e secde etmemeyi istemeyip, bu konuda hüküm bana aittir düşüncesinde olduğu gibi,
    insanların çoğu da bugün Allah’ın emir ve yasakları karşısında kendi kuralını kendileri belirlemeye
    kalkarak hüküm bize aittir derler.
    O zaman İslam, kabaca neyi emreder ve nasıl bir toplum oluşturur? İnsan kaynaklı dinler neyi
    emreder ve İslam’ın karşısında nasıl bir toplum oluşturur? İslam ferdin, ailenin, cemaatin, devletin ve

    ümmetin nasıl hareket edeceğinin ölçüsünü bildirir. İmanlarını, ahlaklarını, toplumsal ilişki olan
    akraba, komşu, siyaset, hukuk, eğitim, ticaret gibi nice alanlarda ve ibadetlerde neleri yapıp neleri
    yapmayacaklarının ölçüsünü bildirir. Bunun karşısında batıl olan dinler, yani laik demokratik, sosyalist,
    kapitalist, yasalar, Hinduizm, Budizm, Yahudilik, Hıristiyanlık, gibi nice dinler insan hayatının
    siyasetini, hukukunu, eğitimini, inancını, ahlakını, toplumsal ilişkilerini ve ibadet şekillerini oluşturur.
    Dolayısıyla Allah’ın dini olan İslam’ın karşısında yeni kurallar koymuşlar ve yeni cemaatler ve
    toplumlar oluşturmuşlardır. İslam’ı ve toplumunu konuşabilmek ve anlamak için karşısına çıkarılmış
    olan dinleri, yasaları ve oluşturdukları batıl toplumları anlamak, İslam ve toplumuyla onlar arasında
    değerlendirme yapmak gerekir. İslam’ın ve oluşturduğu toplumunun olmadığı bir yerde, sizin
    anlattığınız İslam ve oluşturduğu toplumu, zamanın insanlarının zihninde hayal kalmaktadır.
    Bahsettiğiniz geçmişe ise tarih diye bakmaktadırlar. İslam ve oluşturduğu toplum anlaşılmadan da,
    böyle bir toplumu oluşturmak kolay olmayacaktır. Aslında devlet ve toplum yaşantılarıyla, tercih ve
    destekleriyle hâkimiyetin ve itaatin kime ait ve yapılmış olduğunu belirler ve gösterirler. İnsan
    hayatını düzenleyen hükümleri belirleme işi olan hâkimiyetin kime ait olacağını, toplum yaptığı destek
    ve tercihlerle belirler. Ya Allah’a kayıtsız şartsız hâkimiyet verilir ya da insana ve yönetimine verilir.
    İslam, toplumun iman, ahlak, toplumsal ilişkiler ve ibadetlerini düzenleyerek, din, can, akıl, nesil,
    mal emniyetini sağlamak için devlet olurken, İslam’ın karşısına çıkarılan sistemler ve devletler ise
    kendilerini ve iktidarlarını korumak için toplumlar oluştururlar. Cemaatte, devlette insan için vardır ve
    insan için olmaya devam eder. İnancı ne olursa olsun İslam devleti, insanın beş emniyetini sağlar. Bu
    manada İslam devleti insan için aslında mutlak olmazsa olmazdır. Kur’an’ın yaklaşık yüzde yetmişi
    devletin yapacağı hükümleri içerir. Bu da her insan için İslam devleti olmazsa olmazdır. İslam siyasi,
    eğitim, hukuk, ticaret v.b alanlarda uygulanmayınca veya uyulmayınca fert, aile, cemaat ve
    devletlerin dünyada geldiği durum akledenler için apaçık ortadadır.
    İslam, toplumun inancı ne olursa olsun onların inançlarına göre akıl ve iradesini kendi özgür
    iradeleriyle kullanıp, inançlarını seçme hakkı verir. İslam, toplumun hak ile batılı ayırt edebilmesi için
    bilgilendirir ve nesilleri yetiştirir. Beşeri ve İslam’ın karşısına çıkarılmış olan yasalar, sistemler,
    kurallar, fikirler, insanın akıl ve iradesini kullanmasına engel olduğu gibi, kullanmasınlar diye de her
    yönteme başvururlar. Ellerindeki tüm imkanlarla batıl ve hurafe doldurduklarını sistemlerini ve
    topluluklarını korumak ve devam ettirmek için çalışırlar. Kendilerini sorgulatmadıkları gibi,
    sistemlerini, kural ve yasalarını eleştiri dahi yaptırmazlar. Oysaki Rabbimiz kendi dini olan İslam ile
    insan ürünü olan dinlerle değerlendirme yaparak insanın akletmesi için “Kimin dini, iyilik yaparak
    kendini Allah’a teslim eden ve hakka yönelen İbrahim’in dinine tabi olan kimseden daha güzel.”
    (Nisa/125) diye buyurur. Yani kimin dini daha adaletli yaşamaya daha layık ve güzeldir.
    İslam, toplumun beş emniyetini korumakla hem dünyalarını, hem de sonsuz ahiretlerini
    korumaya çalışır. Dünyanın ve içindeki insanın ihyası, aslında sonsuz ahiret içindir. Oysa insan ürünü
    olan yasa ve sistemler, oluşturulan iktidarlar ve devletler ise, sadece dünyada rahat etme ve
    sömürme üzerine kurulur. Tüm çalışmaları sistemlerini koruma üzerinedir. Nice vergilerle, kurdukları
    siyasi, askeri oluşumlarla zulüm düzenlerini toplumlarına desteklettirirler ve korumalarını sağlarlar.
    İslam, kendisine bağlı olan toplumunun dünya ve ahiretlerini ihya ederken, batıl sistemler kendi
    iktidarlarını toplumlarına ihya ettirirler.
    İslam, insanın tüm mücadelesini, cehd ve gayretini, elindeki tüm imkanları cihad ve kıtal namına
    her çabasını Allah’ı emrine göre yapsın, karşılığını da ahirette alsın için mücadele etmesini ister. Ve

    sadece Allah yolunda can verene şehid der. Batıl sistemler ise insanın tüm gayret ve çabasını kendi
    hükümleri ve iktidarları devam etsin için yapmalarını isterler. Her sistemde kendi davası için
    ölmüşünü şehid diye adlandırır. İnsan bulunduğu zaman ve yerde Allah’ın dinini yaşamaya çalışırken
    gösterdiği çaba ve gayreti cihaddır. Mekke de ve Medine de verilen tüm mücadeleler birer cihaddı.
    Allah’ın dini yeryüzüne yayılsın ve insanlar Allah’ın hükmü altında özgürce inançlarını yaşasınlar diye
    ölmek ve öldürmek ise kıtaldir. Herkeste mutlak davası uğruna ölür ve öldürür. İslam, kendi
    hükümleri yayılsın, batıl sistemler de kendi hükümleri yayılsın ister ve mücadele edilmesini ister.
    İslam’ın mücadelesinin ahiret karşılığı varken, batılın mücadelesinin sadece dünyada karşılığı olur.
    İslam, cezayı gündeme getirir ki, toplumunun beş emniyeti olan din, mal, can, akıl ve nesil
    emniyeti sağlansın. İnsan ürünü sistemler ve devletler ise cezayı gündeme getirirler ki, kendi
    iktidarları korunsun ve saltanatları devam etsin. Oysa İslam ceza vermeye yol aramaz. Yapılan suçların
    hesabı ve verilecek ceza asıl ahirette Allah’u tealaya aittir. İslam ise, kendisine tabi olan toplumunu
    korumak için açıktan suç işlenmesine engel olur. Cezayı da caydırıcılık olsun için verir. Rabbimiz
    kullarına zulmedici değildir. Bir kulun hatasından diğer kullar zarar görmesin için cezayı gündeme
    getirir. Heysemi ve Darekutni de geçen hadiste Rasulullah (s.a.s.) hırsızlık itirafında bulunan birine
    “Öylemi yapmış? Yok canım, sen böyle bir şey yapmazsın.” deyip göndermiştir. Yine Ahmet bin
    Hanbel de ve Ebu Davud da geçen hadiste de zina ettiğini söyleyen bir kişiye ve kadına da aynı şeyi
    söyleyerek, “sen böyle bir şey yapmazsın. Seni biri mi zorladı. Aklın yerinde mi. “ gibi sözlerle onlara
    ceza vermek istememiştir. Dört kez itiraf edince ceza verilmiştir. Zaten tevbe, suçun ahiret cezasını
    siler. Zinada dört adil şahit veya kişinin kendi itirafı gerekir. Kişi itiraf etse de önce ceza verilmek
    istenmez. Beşeri sistemler ise İslam’ın ceza gerektiren tüm suçlarını serbest bırakmış ve
    yaptıklarından vergiler almaktadır. Böylece toplumlarının hem dünyalarını hem de ahiretlerini perişan
    etmektedirler.
    İslam, toplumunun haset, hırs, kibir, riya, dünyevi hırs gibi nice kalbi hastalıklardan uzak tutmaya
    çalışırken, batıl ve insan kaynaklı sistem ve devletler tüm bu kötü hasletleri pompalarlar. Kapitalist
    ticaret bakışıyla ve reklamlarıyla toplumlarının dünya hırslarını kullanarak sömürürler. Dünyevi hırslar
    hasede, haset gıybete, iftira ve yalanlara sebep olmaktadır. Dünyevi kazanımlar da niceleri için kibre,
    riyaya sebep olacaktır. Bunlar amelleri yok ettikleri gibi, kardeşliklere, dostluklara, komşu ve
    akrabalıklara zarar verecektir. Hadiste “Haset ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi amelleri yiyip bitirir.”
    (İbn Mâce) buyrulur. İslam, kardeşlik, akrabalık, komşuluk, İslam kardeşliği, itaat, ibadet gibi nice
    alanlarda emirlerle toplumunu ihya etmek ister. İslam’ın hükümlerinden herhangi birini hayatınızdan
    çıkarttığınız zaman onun yerini mutlaka insan yasası, fikir ve düşüncesi, yani benceleri girecektir.
    Kur’an ve sünnet insan hayatında yaşanılacak ve inanılacak eksiklik ve boşluk bırakmamıştır.
    İslam, inanç esasına göre toplumu değerlendirir. Mü’mine mü’min, kâfire kâfir, müşrike müşrik,
    zâlime zâlim, fâsıka fâsık muamelesi yapar. Kendi tebasının haklarını korusa da, inançlarına göre
    vasıflandırır. Beşeri olan laik ve demokratik sistemler ise mü’min, kâfir, münâfık ve zâlim ayırımı
    yapmadan herkese aynı muameleleri yapar. Hatta Allah’a ve Rasulüne itaat eden ve hâkimiyeti
    sadece Allah’a veren mü’minlere ayırım yapar ve dinlerini yaşamalarına engel olurlar. Yani İslam
    inancı ve toplumun inançları noktasında ikiye ayırır. Hak ve karşısında tüm batıllar. İslam, toplumu ve
    diğerleri diye ikiye ayırır. Fakat bugün niceleri İslam ile İslam’ın batıl dediklerini bir araya getirip
    yaşamaya çalışmaktadırlar. Batıl söylem ve yaşantının içinde, hak görünme çabaları vardır, nicelerinin.
    İslam ile laiklik ve demokrasiyi birbirine karıştırıp bir hayat yaşama çabaları!

    İslam, toplumun itaatini Allah’a, yani kitabına, örnek olarak Rasulüne, Allah’a ve Rasulüne itaat
    etmek kaydıyla ve hakka uygun olmak şartıyla emir sahiplerine yapılmasını emreder. Ayette “Ey iman
    edenler Allah’a itaat edin, Rasule itaat edin ve emir sahiplerine de.” (Nisa/59) bildirilir. Allah’ı isim ve
    sıfatlarıyla birlemeyi, hâkimiyeti kayıtsız şartsız Allah’a verip, yalnız O’nun hükmü olan kitaba itaat
    etmeyi, hayatın tüm alanlarında örnek ve önder olarak Rasule itaat ve tabi olmayı emreder. Batıl olan
    sistemler ise itaati mutlak olarak, kayıtsız ve şartsız kendilerine yapılmasını isterler. Sadece kendi
    sözlerinin dinlenmesini, kendilerine boyun eğilmesini, toplum üzerinde tek söz sahibi kendilerinin
    olmasını isterler. Allah’ın yarattığı kullar üzerinde kendi kulluklarını uygularlar ve acizliklerini unutup
    hükmetme ve yönetme, ardından da sömürme yarışındadırlar. İtaat; birine boyun eğmek, boyun
    eğdiğinin sözünü dinlemek ve emredilenleri yerine getirmektir. Böyle bir teslimiyet kime yapılırsa,
    itaat onadır ve onun kölesi olunur. İslam, yeryüzünde imtihanda olan insanı yaratılan kula köle
    olmaktan kurtarmak içindir. Batıl sistemler ise tam tersini yaparlar. Bütün mesele de zaten toplumun
    bunları anlamasını sağlamaktır.
    İslam, toplumunun fertleri hangi inanışta olursa olsun onları korur ve onların inançlarına
    karışmaz. “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk ile sapıklık birbirinden ayrılmıştır. Kim tağutu inkar
    eder ve Allah’a inanırsa kopması mümkün olmayan kulpa yapıştırmıştır.” (Bakara/256) Diye ayette
    bildirilmiştir. Allah’a güvenme olan iman ile Allah ile hüküm yarıştıran tağutları anlayarak reddetme
    ve birbirinden ayırma tevhittir, yani Allah’ı isim ve sıfatlarında birlemedir. Rabbimiz Rasulüne ve tüm
    davetçilere dinde zorlama yapmamaları gerektiğini ve işlerinin sadece hakkı hatırlatma ve
    anlamalarını sağlamak olduğunu bildirir. Hâkimiyetin insana verildiği sistemlerde ise dinde zorlama
    vardır ve onlar sadece kendi inançlarına itaat edilmesini isterler. Batıl olan tüm inançlara karşı
    müsamaha gösterirler, fakat mü’minlere aynı müsamahayı göstermezler. İslam eleştiriyi kabul
    ederken, kişinin kendi kararıyla akletmesini ve iradesini kullanmasını ister, onlar ise asla eleştirilmek
    istemezler. Bunu yapan mü’minleri de fitneci, hain gibi nice isimlerle kendi toplumları nezdinde
    karalamaya çalışırlar.
    İslam, insan yeryüzüne ne amaçla geldiğini bilsin. Ruhlar aleminde verdiği ve ahrette sorulacak
    olan Rab sözünün gereğini yapsın. Yaratılış amacı doğrultusunda bir hayat yaşasın için nice emirlerle
    hatırlatma yalarken, batıl sistemler ise İslam’ın hatırlattığı tüm emirleri unutturup toplumların akıl ve
    iradelerini ipotek altına alarak sömürmek isterler. Zamanlarını, akıl ve iradelerini, bedensel güçlerini
    kendi saltanatları için kullanmaya çalışırlar.
    İslam, dünyada inancı ne olursa olsun her insan için vardır ve gönderilmiştir. Emir ve yasakları ise
    müminler içindir. Hak olan İslam, kendisine yöneleni ve himayesi altına gireni kendi koruması altına
    alır. Dolayısıyla da İslam’a, yani sadece Allah’a güvenip itaate davet herkese yapılmalıdır. Yani her
    insana gönderilen Kur’an’ın hükümlerini herkesin bilme hakları vardır. Ey insanlar, ey Âdemoğulları
    diye başlayan her bir ayet, tüm insanlaradır ve onarın bunu bilme hakları vardır. Çünkü Rabbimizin bu
    emirleri tüm insanlaradır. Davetçide bu emirleri onlara gücü ve ulaşabildiği kadar ulaştırmalıdır. İnsan
    mahsulü olan sistemler ise sadece kendi sömürdükleri toplumları için vardır, ya da var görünür.
    Onların hakkı anlamamaları için her türlü yola başvururlar. İslam insanın şirk, küfür ve haram
    zulümlerini ortadan kaldırmak için vardır. Diğerleri ise hakkın üstünü örten küfrü, Allah ile hayata
    hükmetmede yarışıp kendilerini Allah’a ortak gören şirki ve haramları yaymak için çalışırlar. Kıyamete
    kadar da Allah’a itaat ile, batıla itaat eden fert, cemaat ve topluluklar olacaktır. Bütün mesele, kimin
    nerede durduğudur.

    İslam, toplumun zaman içinde gelişimi için Kur’an’da bin civarında ayetlerle, tıp, astroloji, fizik,
    biyoloji, gibi ilmi ayetlerle nice alanlarda bilgilerle destekler. Onların zamana göre gelişimleri için
    yardımcı olur. Batıl sistemler ve toplumları veya cahiller ise, İslam’ın insanı ve toplumu zamanın
    teknolojisinden ve biliminden uzak tuttuğunu söylerler. Onlar bunu söylerken, batılın asıl ortaya
    koyanları Kur’an’ın bu bilgileriyle zamana ve onlara hükmederler. Niceleri Kur’an’ı sadece okurken,
    birileri dünya sömürüleri için Kur’an’dan faydalanırlar. İnsana faydalı olacak olan nice bilgileri de
    insanın zararları için kullanırlar.
    İslam, hayata hâkim olup yaşanılan din ve toplumunu canlı ve hayatta tutarken, insan ürünü olan
    sistemler kendi yasalarının yaşanılmasını, itaat edilip uyulmasını isterler. Kendilerini İslam’a nisbet
    edenler de Kur’an’ı okunan ölçü, insan yasalarını yaşanılan ölçü kabul ederler. İslam yaşanılan din
    iken toplum okuma ve bilmeyi yeterli kabul etmiştir. Ve batıl sistemlerde böyle bilinmesini ve
    uyulmasını isterler. Yoksa toplum, sömürenler adına hakkı anlayacak ve onlar sömürülerine devam
    edemeyeceklerdir. İslam’ı yaşayan mü’min ve müslümandır ve canlı mesabesindedir. Batılı yaşayan
    müşrik ve kâfirdir ve ölü mesabesindedir. İslam, insanı tüm benliğiyle diri olmaya sevk ederken, batıl
    sistemler tüm benlikleriyle ölü gibi olmalarını ve kendilerine itaat etmelerini isterler.
    İslam, toplumun sorunlarını kendi aralarında beraber paylaşmalarını ister ve vakıflar oluşturur.
    Sadakayı ve infakı teşvik eder. Düşenin yanında olunmasını ister. Komşusu açken tok yatılmasında
    kişinin vicdanen rahatsız olmasını ister. Toplumun menfaati için zekatları toplayıp, ihtiyaç sahiplerine
    dağıtır. Batıl sistemler ise ihtiyaç sahibinin hakkı olan zekatı toplumun vicdanına bırakıp kendi
    sistemlerini koruyup, güçlendirmek için onlarca vergilerle sömürürler. Toplumu kendi haline terk edip
    düşenin dostu olmaz bakışı verip, düşene de önce kendi banka ve kurumlarıyla bir tekmede kendileri
    vururlar. İslam ise toplumunun fakirini korur, borçlusuna ve yetimine sahip çıkar, fakirini kalkındırır,
    muhtaç olanı evlendirir. Batıl sistemler de kendi toplumlarını yalnızlaştırıp, ferdileştirerek daha rahat
    sömürmek derdindedirler. Batıl anlaşılmadan hak, hak anlaşılmadan da batıl anlaşılmayacaktır. Yani la
    ilahe illallah anlaşılmadan itaat ve teslimiyet mutlak olarak Allah’a yapılmayacaktır. Herkes de kendi
    batılında hak diye yaşamaya devam edecektir. Hak anlaşılıp batıl reddedince mü’min ve Müslüman
    fert, aile, cemaat ve toplum oluşacaktır. Batılın üstü hakla, hakkın üstüde batıllarla örtüldüğü sürece
    de batıl hükmedip yönetmeye devam edecektir. Mü’min fertler yetişmeden mü’min ve Müslüman
    aile oluşmaz. Mü’min aileler olmadan da mü’min cemaat, mü’min ve Müslüman cemaatler olmadan
    da Allah’a kitabına ve Rasulüne güvenen mü’min ve onlara itaat eden Müslüman toplum oluşmaz.
    İman güvenmektir, İslam ise güvendiğinize itaat edip teslim olmanızdır.
    İslam, el Hakîm olan Allah’ın hâkimiyet elinde olup hükmettiği hüküm ve yasalar, emir ve
    yasaklardır. İslam toplumu da bu emir ve hükümlerin oluşturduğu birlik ve aynı hedefe koşan
    bütünlüktür. Hâkimiyeti sadece Allah’a verip, itaati de sadece ona yapanlardır. Laik ve demokratik
    sistemlerin ise dünyada oluşturdukları toplum ve nesiller ise ortadadır. Sürekli kullanılıp sömürülen,
    akıl ve iradeleri ipotek altına alınmış toplumlar, başsız sürü gibi her çobanım diyene tabi olup itaat
    ederler. Âlemlerin Rabbi ola Allah’a baş eğemeyenler, hatta baş kaldırıp hüküm yarıştıranlar, kendileri
    gibi aciz insanın kölesi olurlar. Bunu da kendilerince özgürlük sayarlar. Allah’a isyanı özgürlük sayan
    zamanın zavallıları! Yarının ne getireceğinden habersiz bu isyanlarına devam ederler. İslam toplumu
    Allah’a güvenerek bir korku içinde itaat ederlerken, batıl toplum ise bela ve musibetlerde Allah’a
    yönelirler. Korku gidince de batıl yaşantılarına devam ederler.

    Tarih boyunca her topluma gelen din İslam’dır. Bu zaman içinde kıymete kadar hükmü
    değişmemiş olan İslam yine din olarak devam edecektir. İslam’ın hayata hükmetmesi için insanın ve
    toplumun onu gündemine ve hayatına sokması gerekir. Gündemde tutulan ve yaşanılan önde, diğeri
    arkaya atılmıştır. Ehli kitap için ayette Rabbimiz “onlar kitaplarını arkaya attılar” yani okudular, fakat
    hayatlarına sokmadılar diye bildirir. İslam’ın her bir emri hayatın bir bölümüne yön verir. Uyulmayan
    her bir emirle de o yerde haddi aşma, isyan ve itaatsizlik vardır. Batıl toplumlar Allah’ı akıllarınca
    gökyüzüne gönderip yeryüzünde ateist olarak hükmetme yarışındadırlar. Allah’ı yok kabul eden az bir
    ateist kesim hariç, batıl toplumların çoğu deisttir. Yani Allah’ın varlığına inanırlar, fakat hayatlarına
    hükmetmeyen ve yönetmeyen kabul ederler. Onun içinde hayatları için hükmetme olan hâkimiyeti
    kendilerin de görürler ve görenleri de desteklerler.
    İslam, akıl ve iradesini kendi tercihiyle Allah’a, kitabına ve Rasulün örnekliğine teslim eden fert,
    aile ve toplum oluşturur, fakat gerektiği gibi itaat edilirse. Fakat nice peygamberlerin mü’min aileleri,
    cemaatleri ve devletleri olmamıştır. Ama onlar İslam’ı yaşamakla ve davet etmekle sorumlu idiler ve
    öyle yaşadılar. Zamanın mü’minleri de aynı şeyle sorumludurlar. Hz. Lut’un otuz ile kırk yıl davet
    yaptığı bildirilmiştir. Hanımı iman etmemiş, toplumda ise bir tane inanan çıkmamıştır. Anlattığı
    İslam’a toplum itaat edip mü’min olmamıştır. İslam kıyamete kadar haktır. Fakat toplum İslam’a itaat
    etmeden İslam toplumu oluşmayacaktır. Dolayısıyla toplum tercihiyle ya İslam’ı hayata hâkim kılar, ya
    da insan yasa ve hükümlerini. Elbette vesile olunan her şeyden kişinin kendisi sorumlu olacaktır.
    Rasulullah (s.a.s.), Mekke de mü’min fert ve cemaat oluşturdu. Meninde ise daha kapsamlı
    cemaat ve devlet oldu. İslam, her dönemde yalnız Allah’a itaat ve ibadet eden toplumlar oluşturdu.
    Bu devam ettiği sürece de toplumun içinde her inanç sahibi emniyet içinde yaşadı. Tarih boyunca da
    İslam’ın gücü ve topluma sağladığı emniyetin şahidliği dünyaya gösterildi. Gelecek mutlak İslam’ın ve
    ona kayıtsız şartsız tabi olan mü’min Müslümanların olacaktır. Mutlak olarak Allah’ın takdirinden
    başkası olmayacaktır. Mü’minlere düşen zamanın şartlarına göre beraber çaba ve gayret etmeleridir.
    İslam da daha nice emirlerle toplumunu ihya edecektir. Elbette kendisini, aklını, iradesini, malını
    zamanını, maddiyatını İslam’a teslim edenleredir.

    Recep Arslan

  • Rabbe Kurban Olmak

    Rabbe Kurban Olmak

           Kurban: yakınlaşmaktır. Kişinin Allah’a yakın olmasına vesile olan şeylerdir. Dini terim olarak ise kurban, kişinin itaatinin göstergesi olan ibadet niyetiyle belirli bir vakitte hayvanı boğazlayıp kesme ve boğazlanmış olan hayvana denir. 

           Kurban, size ait olan bir değeri, size lutfeden Allah’a yaklaşmak için O’nun yolunda harcamaktır. Zamanınızı kime kurban ediyorsunuz, malınızı, göz ve kulağınızı, bedensel gücünüzü, akıl ve iradenizi ve neslinizi kime kurban ediyorsunuz? Kimin yolunda, kimin yasası ve fikri, yani dini için harcıyorsanız, ona kurban etmişsinizdir. Çünkü onun rızasını aramış, memnun etmeye çalışmış, yardımını ummuşsunuzdur. İnsan sevdiğinin yolunda olur, onun rızasını arar ve yoluna elindekileri yakınlık için kurban eder. Dünde olduğu gibi bugünde insanlar dünya rahatları için siyasilere, âhiret rahatları için de din adamlarına hayatlarını ve elindekileri kurban ederler, onların yolunda harcarlar. 

          Dünden bugüne kâinata hükmeden ve yöneten Rabbe kurban olan ve verilenleri O’na kurban eden nice örnekler olmuş ve Rabbimiz kitabında bunları bildirmiştir. H.z İbrahim kendisi eşi ve çocuğuyla Rabbe teslim olmanın güzel bir örnekliğini ortaya koymuşlardır. Kur’an da bildirilen ve tarihin nice dönemlerinde Rabbe kurban olmuş ve elindekileri kurban etmiş nice örnekler zamanın akleden müminlerine güzel bir örneklik olarak sunulmuştur. 

           “ Onlara Âdem’in iki oğlunun kıssasını hakkıyla oku. Hani onların her ikisi de birer kurban sunmuşlardı. Birinin kurbanı kabul olunmuş, diğerininki kabul olunmamıştı. Mutlaka seni öldüreceğim demişti. Allah ancak takva sahiplerininkini kabul eder.” (Maide/27) 

           Elindeki değerleri kendilerine veren Rabbe kurban eden ve etmeyen iki örneği Hz. Âdem’in iki oğlunun hayatından Rabbimiz bize Kur’an da bildirmiştir. İlk insan topluluğu ve ilk kurban etme ve olma örneği! Günden bugüne ve yarına hayatlarını ve elindekileri Rabbe kurban etmeyenlerin haset ve düşmanlıkları devam etti ve kıyamete kadar da devam edecektir. Verilenleri kendi kazanımı gören ve kendine has kılanlar, Rabbe yaklaşmak için kurban olamazlar ve elindekileri kurban edemezler. Kur’ana ve sünnete göre hayatlarını düzenleyen takva sahipleri ancak hayatlarını Rabbe yaklaşmak için kurban ederler. Rabbimizde, takva sahiplerinin kendisine yakın olmak için verdikleri kurbanı kabul edeceğini bildirmiştir. Rabbimiz ayetinde “ Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat takvaları ulaşır.” (Hac/37) ayeti Allah’a yakın olmak için harcanan hiçbir şeyin O’na ulaşmayacağı, dünyada kalacağı, ulaşacak olan ahiret için takvadır. Sizin samimi niyetiniz, sırf Allah’ın rızasını aramanız, şirkten, küfürden, haramdan, gösterişten, kibirden hasetten uzak tutulmuş olan Allah’a ulaşacak amellerinizdir takvalı olan ve kabul edilecek olan..  

           “ Her ümmet için Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık. İşte sizin ilahınız bir tek ilahtır. O halde sadece ona teslim olun. İtaatkar alçak gönüllüleri müjdele.” (Hacc/34)

           Kurban, her ümmete Allah’ın adı anılarak yerine getirilmesi emredilen bir ibadettir. Namaz gibi oruç gibi ve kurban gibi birçok ibadet her ümmete emredilmiştir. Her ümmetin Allah’a yakın olmak için itaat ve ibadete ihtiyacı vardır. Kişiye değerli olan herhangi bir nimeti Rabbe yakın olmak için harcamak kurban etmedir. Bir kısım ibadetleri Allah adına yapanlar hayatın çoklarında insanların adlarına ve hükümlerine göre iş yaparlar. H.z. İbrahim, hanımı Hâcer, oğlu İsmail’i ve onların Rabbe olan teslimiyetlerini anlamadan kurban anlaşılmaz ve sadece adet haline gelir ve uygulanır. Niceleri içinde para kazanma aracı haline dönüşür. Rabbimiz, ilahınız bir tek ilahtır buyurarak, mü’min’in itaat edeceği, övüp seveceği, hayatının her alanını teslim edeceği ilahın bir ve tek olan Allah olduğunu bildirmiştir. Kurban itaattir ve Allah’ı ilah kabul etmedir. Kurbanda Allah’a itaat ederek ilah kabul edenler, hayatlarının siyasi, eğitim, ticari, hukuk gibi nice alanlarında Allah’a itaat ederek ilah kabul etmezler. Rabbimiz, ilah olarak kendisinden başka itaat edilecek ilah olmadığını bildirmiş ve sadece bana teslim olun, yani itaat edin buyurur. İtaat edeceklerin alçak gönüllükle itaat etmelerini ve müjdelenmesini de buyurmuştur. İtaatleriyle Allah’ı tek ilah kabul edenler ancak müjdelenmeyi hak ederler. 

           “ Hani bir zaman İbrahim babası Âzer’e putları ilah mı ediniyorsun? Şüphesiz ben seni kavmini apaçık bir sapıklık içerisinde görüyorum demişti.” (En’am/74)

           Kur’anda Rabbe kurban etme ve kurban olma örneğinin en güzeli h.z. İbrahim ve ailesinin hayatından bize bildirilmiştir. Dolayısıyla İbrahim ailesini başından sonuna anlamadan Rabbe kurban olma ve kurban ibadeti anlaşılamayacaktır. Akraba, yakınlığı olanlardır. Allah’ın size seçip beğendikleridir. Fakat Rabbe hayatlarını teslim ederek kurban olamayan akraba sizden değildir. H.z. İbrahim en yakını olan babasına hakkı hatırlatarak Allah’tan başkasına yakın olmak için kurban olmamasını, teslim olup itaat etmemesini söylemiştir. Allah’ın size yakın kıldığı akrabalarınızı, siz hakka davet ederek Allah’a yaklaştırmaya çalışın. Hz. İbrahim’in mücadelesini, Rabbe olan teslimiyetini anlamadan ve örnek almadan kurban ve teslimiyet olan İslam anlaşılmayacaktır. Çünkü o kavmiyle arasını ayırdı ve onlara Rabbinin hükmü olan hakkı bildirdi. Sonra onların putlarını ibret alsınlar diye kırarak kavminin akletmesini sağladı. Fakat değişerek, hayatlarını siyasi ve din adamlarına değil de, Rabbe kurban etmek birçokları için kolay değildi. Hakka kurban olamayanlar, kurban olanları hayatlarından uzaklaştırmaya çalışmışlardır. H.z. İbrahim’i de yakamayınca uzaklaştırdılar. Batıl olan toplumdan uzaklaştırılanlar her mü’min Rabbe yaklaştırılır. Tarih Rabbe kurban olanlar ve atalar yoluna ve batıla kurban olanların örnekleriyle doludur. Hayata hükmeden Rabbe teslim olan hz. İbrahim’in hayatı sadece okunacak ve anlatılacak bir örneklik değildir.

           “ Hani bir zaman Rabbi İbrahim’i bir takım sözlerle imtihan etmişti. O da bunları tam olarak yerine getirmişti. Allah ona, şüphesiz ki Ben seni insanlara imam yapacağım demişti. O da neslimden de imamlar yap demişti. Allah da benim ahdim zalimlere ulaşmaz demişti.” (Bakara/124)

           Ateşe atılma pahasına hayatını Rabbe teslim edip kurban olma! İlerleyen yaşta verilen çocuğu Rabbe kurban etmeye razı olma! Böyle babadan Rabbe kurban olmaya razı evlat! Kendi Rabbe kurban olmaya razı, hayatını O’na teslim etmiş ve oğlunun da Rabbe kurban edilmesine razı bir anne Hz. Hâcer! Rabbe hayatlarının tüm alanlarını teslim ederek, her emrine uyma çabasında olan bir ailenin yaklaşık dört bin yıllık örnekliği. Rabbimiz her kulunu imtihanlarla sınar. Peygamberlerini de daha zor imtihanlarla sınamıştır. Hz. İbrahim’de nice imtihanlarla Rabbi tarafından sınanmıştır ve her imtihanın gereğini yerine getirmiştir. Bu bir teslimiyettir ve Müslüman olmadır. Müslüman, hâkimiyeti âlemlerin Rabbine verip, O’nun hükmüne teslim olan kurbanlardır. Kurban yakınlaşmaktır, her itaat ve ibadet Allah’a yaklaşmaya vesiledir ve kurbandır. Hz. İbrahim’in bu teslimiyetinin sonucu olarak tüm inananlara örnek alınan, yolunda olunan, lider ve önder olan imam yapılmıştır. Dolayısıyla örnek ve önder olanlar önce Rabbe hayatlarının her alanlarında teslim olup kurban olmaları ve etmeleri gerekir. Ve nesillerinden de imam ve önderler çıkarılmasını isteyebilirler. Bugün kendini İslama nispet eden, fakat dünyalıklara, siyasi ve din adamlarına hayatlarını teslim edip kurban eden ve ne yaptığının farkında olmayan İslam toplumu! Dünya insanının Rabbe kurban olmaya ve kurban etmeye razı önder ve örneklere ihtiyacı vardır. Bu da sadece konuşarak olacak iş değildir. 

           “ Rabbim bana Salihlerden bir evlat bahşet. Bizde onu halimselim bir erkek çocukla müjdeledik. Çocuk babası İbrahim’in yanında yürüyüp koşacak çağa erişince İbrahim, yavrucuğum, şüphesiz ben rüyamda görüyorum ki muhakkak ben seni boğazlıyorum. Bak artık sen ne düşünüyorsun dedi, çocuk da, babacığım emrolunduğunu yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın dedi.” (Saffat/100-102)

           Baba, her şeyini Rabbe kurban etmiş bir hayat içinde ve en değerli olan çocuğunu Rabbe kurban etmeye razı. Issız Mekke de Rabbe olan teslimiyetiyle bir anne, çocuğunun Rabbe kurban edilmesine razı!  İşte böyle bir anne ve babadan Rabbe kurban edilmeye razı olan bir çocuk. Ve kıyamete kadar Rabbe yakın olmak için kurban etmeye ve edilmeye razı bir ailenin örnekliği. Bu tarih diye konuşulacak ve yazılacak kadar kolay ve basit bir örneklik değildir. En basit değerlerini Allah yoluna feda edemeyenlerin, kaybettiklerinde üzülenlerin, dünyalıklarda yarışanların çocuklarını kurban etme yapabilecekleri iş değildir. Bu konuşmayla ve hikâye gibi dinlemekle ve anlatmakla anlaşılacak iş değildir. Malını, zamanını, aklını, bilgisini, dilini, elini ve tecrübesini, Rabbinin yolunda ve Müslümanlar için, İslam hâkim olsun diye harcamayanların, bu örnekliği konuşmaları dahi abestir.

           “ Nitekim içinizden ayetlerimizi size okuyan, sizi arındıran, sizi kitabı ve hikmeti öğreten ve sizi daha bilmediğiniz nice şeyleri öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bakara/151)

           Rabbimiz, Rasulullah’ın ve ona inananların h.z. İbrahim’in yolunda olduğunu bildirmiştir. Hayatını Rabbe kurban edip teslim olan Rasulullah (s.a.s.) insanlar için Rabbinin ayetlerini okuyan, şirkten, haramdan, nifaktan, küfürden, bidat ve hurafeden kalpleri arındıran, kitabı okuyan ve kitabın ismini onlara öğreten ve bilmedikleri nice ilimleri öğreten bir örnektir. Bu zamanın ve bu yerlerin Rasulullah (s.a.s.) gibi Rabbe kurban olmuş, O’nun ayetlerini topluma davet edip onları şirk ve küfürden uzaklaştıran, kitabı okuyarak değil yaşayarak arındıran, kitabın hikmeti olan ilmi onlara açıklayan, toplumun bilmediği nice bilgileri onlara öğreten zamanın örneklerine ihtiyaç vardır. Bu zaman ister, fedâkarlık ve emek ister, durmaksızın mücadele ister. Hedefi belli, mücadelesi devamlı, birbirleriyle uğraşmayan, sadece emredilene itaat edip teslim olma mücadelesi veren Müslimlere ihtiyaç vardır.      

           “ İbrahim bunu (Âlemlerin Rabbine teslim olmayı) oğullarına da vasiyet etti ve Yakup da. Ey oğullarım, şüphesiz ki Allah bu dini sizin için seçti. O halde sizler ancak Müslümanlar olarak ölün.” (Bakara/132)

           Rabbe hayatının tüm alanlarında teslim olup kurban olan babadan çocuklarına kıyamete kadar örnek olan tavsiye! Hz. İbrahim’in oğullarına tavsiyesi âlemlerin Rabbi olan Allah’ın hükmüne teslim olup kurban olma tavsiyesidir. Bu tavsiyeyi torunu h.z. Yakub da çocuklarına yapmıştı. Bugünde her babanın çocuklarına yapması gereken tavsiyesi! Allah’ın size seçtiği bu dine teslim olun ve ancak bu dini yaşayarak ölüm sizi bulsun.  İslam teslimiyettir. Her teslimiyet de, o hükmü belirleyen Rabbe yaklaşmak için kurban olmaktır. Rabbe hayatın tüm alanlarında kurban olacak nesiller yetiştirmektir. Nesillere yapılacak nasihat ve tavsiye, bir ömür Rabbe teslim olup Müslüman olmak ve ölüm gelinceye kadar kalmaları tavsiyesidir. 

           “ Kendini bilmezden başka İbrahim’in dininden kim yüz çevirir. Şüphesiz ki Biz, onu dünya da seçtik. Muhakkak ki o ahrette de Salih kimselerdendir.” (Bakara/130)

           Hayatının tüm alanlarında Rabbe teslim olup kurban olan ve kurban eden İbrahim’in teslim olup Müslüman olduğu bu dinden ancak aklını kullanmayan, ne yaptığının farkında olmayanlar yüz çevirir. Hz. İbrahim hayatını tüm yasaklardan arındırıp sâlihlerden olmuş ve onun yolunda olanlar ancak sâlihlerdendir.  

          “ Onlar Yahudi ve Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız dediler. Deki: hayır biz dosdoğru olan İbrahim’in yoluna uyarız. O Allah’a ortak koşanlardan değildi.” (Bakara/135)

           Şirk koşanlar hayatlarını insan iradesine kurban ederler. Tarih boyunca hayatlarını Rabbe kurban eden ve hâkimiyeti O’na verenler olduğu gibi, hâkimiyeti insana verip onlara kurban olanlarla doludur. Herkes davası, inandığı ve savunduğu yolu için kurban olur ve kurban olacak nesiller yetiştirir. Bugünde Rabbe kurban olup her verileni Rableri yolunda kullanan zamana örnek olanlar gerekir. Batıla kurban olanları kınayanların kendileri ne kadar Rabbe kurban olduklarına bakmaları gerekir.  Hz. İbrahim’in yolunda olduklarını söyleyen Yahudi ve Hıristiyanlar gibi İslam toplumu içinde de nice yapılar ve cemaatler hz. İbrahim’in ve Rasulullah’ın yolunda olduklarını söylerler. Sen onlara deki, yolun doğrusu Rabbe kendisini eşini ve çocuğunu kurban eden İbrahim’in yoludur. Hayata hükmedip yönetme hakkı olan hâkimiyeti Rabbe teslim ederek şirk koşmayan İbrahim’in yolunda olanlar mü’min ve Müslümanlardır.  Bunlar İbrahim’in yolunda olanlardır ve Allah onların velisi, yani yardım edeni, sığındıkları, koruyup gözetenleri, sırdaş ve dost olanlarıdır. 

           “ Şüphesiz ki, insanların İbrahim’e en yakın olanı elbette ki ona tabi olanlar, bu peygamber ve iman edenlerdir. Allah müminlerin velisidir.” (Ali İmran/68)

           Hayatı ve ailesiyle Rabbe kurban olmuş, şirksiz mü’min ve Müslüman olan hz. İbrahim’in yolunda olanlar kendi döneminde ona inananlar, Rasulullah (s.a.s.) ve ona inanan, Kur’an ve sünnete göre hayatını düzenleyen tüm Müslümanlardır. Yahudiler, Hıristiyanlar, Mekke şirk toplumu gibi, İslam toplumu içinde de nice şirk küfür içinde olan topluluklarda kendilerini İbrahim’in yolunda görürler. Hayata hükmeden, sevk ve idareden, eğitip terbiye eden Rabbe teslim olanlar hâkimiyeti kayıtsız ve şartsız hz. İbrahim gibi Rabbe verenlerdir. 

           “ İbrahim ve onunla birlikte olanlar da gerçekten sizin için güzel bir örnek vardır. …” (Mümtehine/4)  

           Zamanın mü’min ve Müslümanlarına hz. İbrahim, oğlu, eşi ve yeğeni hz. Lut’un hayatında nice güzel örnekler vardır. Rabbimiz kıyamete kadar gelecek olan her inanan ve teslim olanlara bu aileyi örnek kılmıştır. Rabbimizin güzel örnek dediği bu aileyi örnek alanlarında hayatlarından ve nesillerinden Rabbimiz nice örnek alınacak yaşantılar çıkaracaktır. Kendi zamanlarına güzel örnek olmak ve gelecek zamanlara örnek nesiller yetiştirmek isteyenlere hz. İbrahim ve ailesinde nice örneklikler vardır.  Fedakarlık yapmadan da fedakar nesiller yetiştirilemeyecektir. Ne mutlu hayatını Rabbe yakın olmak  için kurban edenlere. 

  • HASET Mİ  GIPTA MI ?

    HASET Mİ GIPTA MI ?

           Hased; başkalarının sahip olduğu maddi imkânları veya manevi kazanılan hasletlerin sadece kendisinde olmasını, kendisine geçmesini, haset ettiği kişiden bu hasletlerin yok olmasını istemek ve arzu etmektir. Hased, imtihan gereği yeryüzüne halife olarak gönderilen insanın kalbine yerleştirilmiş bir haslettir. İnsanın imtihan gereği bu zafıyla mücadele etmesi gerekmektedir. Elbette ki hevasına uyan hased eder. Hased eden kişi, Allah’ın bir kula takdir ettiği şeyleri kıskanır, beğenmez, ona yakıştırmaz. Hased eden Allah’ın takdiri olan kaderi beğenmemiş demektir. Kadere iman eden, haset etmemelidir. Vahye uyan ise gıpta eder, özenir, kendisinde de olsun arzu eder. İnsanın yaratılmasıyla ilk haset gündeme geldi. Sonra yeryüzüne inmekle de yeryüzünün ilk hasede Âdemin çocukları arasında meydana geldi. Kıyamete kadarda devam edecektir. 

           Haset Yahudilerin, Hıristiyanların, kâfir, münafık ve müşriklerin bir vasfıdır. Mü’min hased yaparsa onların bir vasfı üzerinedir. Haset tek başına kötü bir haslet olarak kalmaz. Çünkü haset eden Allah’ın bir kula olan takdiri beğenmez. Haset ettiğinin gizliliklerini araştırır. Hata bulmaya çalışır. Hatasını yüze vurur veya etrafa anlatır ve yayar. Haset ettiğinin kötülüğünü ister. Kişi hakkında araştırma yapmakla gıybet eder. Gıybet ettiklerinin çoğu zan, tahmin olacağından iftira etmiş olur. Haset eden kendisinden başkasında o hasletin olmasını istemez; buda onda kibir olduğunun göstergesidir. Haset eden hayırda yarışmak yerine, kişinin kendisiyle uğraşır. Kardeşine dua etmesi gerekirken hatası ve eksikliği olsun ister. Haset eden bu hasletiyle kul hakkını hafife almış ve amellerinin yok olması pahasına bu işten vazgeçmemiştir. Bunun gibi belki nice kötülüklere haset sebep olacaktır. Dolayısıyla haset ahlaki bir hastalıktır. Kalbin ciddi bir hastalığıdır. Kontrol edilmezse ahirette amelleri yok olan müflis, iflas edenlerden olunur. İslam’a ve müslümanlara düşman olan ve tüm imkanlarıyla uğraşan Yahudi, Hıristiyan, hakkı gizleyip üstünü örten kâfir, Allah ile siyasi ve din adamlarını yarıştıran müşrik, görüntüde Müslüman kalben kafir olan münafıklar sadece mü’minlere haset ederler. Dolayısıyla onların bir vasfı olan hasedi mü’min kendinde bulundurmamalıdır. 

           Cinlerin yaratılmasında ve onların kendi arasında haset olsa da, bizi ilgilendiren insanlar arasında olan hasettir. İlk insan olan h.z Âdem yaratıldığında ilk haset gündeme geldi. Şeytan onca itaatine ve meleklerle beraber Allah’ın huzurunda olma şerefine rağmen, haset etti. Sonucunda da ebedi cehenneme girme pahasına kıyamete kadar hasedine ve düşmanlığına devam etmektedir. Dolayısıyla haset hastalığını kalbinden atmayan ölüm gelinceye kadar hasede devam edecek demektir. Şeytan h.z.Âdeme secde etmedi. Bu secde etmemek değil, Allah’ın emrini yerine getirmemektir. Hükmü Allah’a değil de kendinde görmenin bir sonucudur. Hâkimiyet bu meselede bana aittir dedi. Allah’ın iradesi üzerine kendi iradesini geçirip kâfir oldu. Allah’ın herhangi bir emri üzerine kendi emrini geçirenler hakkın üstünü örtmüş ve şeytan gibi kâfir olmuşlardır. Şeytan insanın yeryüzünde sorumlu halife olmasını çekemedi. Çünkü yaratılan insan yeryüzünün sorumlusu olan halife idi. Bu düşmanlığını şeytan hemen gösterdi ve h.z. Âdem ve hanımını cennetten aldatmayla çıkarttı. Allah’ın her bir takdirini beğenmeyen ve onlara düşmanlık yapan şeytanın yolunda ve hasedçidır.

           Sonra yeryüzünün sorumlusu olan insan yeryüzüne gönderildi. H.z. Âdem’in oğulları arasında yeryüzünün ilk hasedi gündeme geldi. Bu hasedi ilk başlatan Kâbil de kıyamet kadar ilk cinayetteki vesile olduğu gibi, hasedinde vesilesi oldu. İlk çığırı o açtı ve her hasedden nasibine düşeni alacaktır. Dikkat ederseniz, koskocaman yeryüzünde tek aile, bir avuç insan ve kardeşini öldürecek kadar kin güdüp, hasediyle kardeşini öldürdü. Şeytan gibi Kâbil de Allah’ın takdirini beğenmedi, razı olmadı. Kardeşinin kurbanının kabulünü hazmedemedi, yani Allah’ın takdirini! 

           Tarih boyunca gönderilen nice peygamberlere haset edilmiştir. İçimizden buna mı peygamberlik verildi, başkası yok muydu gibi söylemlerle hasetlerini açığa vurdular. H.z. Talut’a İsrail oğulları içimizden neden buna liderlik verildi derken, hasetlerinden dediler. Firavun h.z. Musa’yla alay ederken hasedinden demişti. H.z. İsa’ya peygamberlik verildiğinde İsrail oğulları aynı hasedi gündeme getirdiler.  Rasulullah’a peygamberlik verildiğinde aynı tavrı hasedçiler ortaya koyup, Abdullah’ın yetimine mi peygamberlik verildi dediler. Ebu Cehl, vallahi Muhammed doğru söylüyor. Fakat biz onlarla hayırda ve iyiliklerde yarışırdık. Şimdi ise onla peygamber geldi dedi. Bu hasedi inanmasına engel oldu. Dolayısıyla şirk toplumunun sahipleri, yönetenleri, din adına ortada olanları, hakkı gündeme getiren her peygambere ve peygamberlerin yolunda olanlara haset etmişlerdir ve kıyamete kadar da edeceklerdir. 

           Yine peygamber çocukları olan h.z. Yakub’un çocukları arasında da haset kendini gösterdi. Farklı anneden olan h.z. Yusuf’a karşı babalarının ayrıcalıklı davrandığını, çok sevdiğini düşünerek haset ettiler. H.z. Yakub’un çocukları bu haset ve devamındaki hadiseyi yaparlarken Müslüman idiler. Peygamber çocuğu, onun terbiyesinde yetişmiş ve hala peygamber babaları yanlarında olmasına rağmen hased etmekteler. Peygamber olan babalarına yalan söyleyecek kadar haset onların gözlerini kör etmişti. H.z.Yusuf’u öldürüp kurtulmak istediler. Birinin fikriyle kuyuya atıp uzaklaşmasını sağladılar. Babalarının bunca üzülmesine rağmen yılarca yalanla yaşadılar. Kardeşlerinin akibetinin ne olduğuna bakmadan, yaşantılarına devam ettiler. Hasedin peygamber çocukları da olsa insan üzerindeki etkisi çok ciddidir. Şeytanın beklide en etkili olduğu alandır. 

           Peygamber çocuklarının hasedini konuşan, kınayan, olur mu diyenler, bugün kendi aralarındaki hasetlere, düşmanlıklara ve entrikalara bakmazlar. Malda, makamda ve dünyalıklarda yarışanlar haset edenlerdir, ya da hased edenler bunlarda yarışırlar. Dünyevileşme hasedin bir sonucudur. İlmi birbirlerine karşı kullananlar, gıybet edenler, iftira edenler, kendilerinden başka mü’min kabul etmeyenler haset hastalığı içindedirler. Ne yazık ki farkında değildirler. Bugün Allah’ı isim ve sıfatlarıyla birleyen mü’minlerin en büyük hastalıklarından biri hasedleridir. Hayırda yarışmak yerine ilimlerinin çokluğuyla, cemaatlerinin kalabalık olmasıyla, hocalarının konumunla yarışmaktadırlar. Takvada yarışması gerekenler, övünmede yarışmaktadırlar. Sadece tevhidi gündemde tutanlar bu tür hastalıkları bildiren eserleri okumazlar, birbirlerine tavsiye etmezler. Kalbin şirk, küfür ve nifak hastalığına kabanlar, kalbin bu tür hastalıklarına bakmazlar. Buda bir hastalıktır.

           Şeytan tüm Âdemoğullarıyla kıyamete kadar yandaşlarıyla beraber hasedinden dolayı düşmanlığa devam edecektir. Elbette Rabbimiz şeytandan ve yandaşlarından haset konusunda kıyamete kadar onların düşmanlıklarını ve onlardan korunmanın yolunu bildirmiştir.

           “İblis, izzet ve şerefine yemin olsun ki, içlerinden seçilip ihlasa erdirilmiş olan kulların hariç onların hepsini azdıracağım, dedi.”(Sâd/82-83) 

           Şeytan her insan üzerinde etkilidir. Allah’ı isim ve sıfatlarıyla birleyen O’nun hükmü dışında hüküm kabul etmeyip itaat etmeyen, hâkimiyeti sadece Allah’a veren, yaratıcılarına kalben yönelen, isteyerek ve bilerek itaat eden insanları saptıramayacağını bildirmiştir. Allah’a yemin ederek insana şeytan düşman kesilmiştir. Şeytanın yolunda olan insanlarda aynı azimle inananlara düşmanlık yapmaktadır. Bu düşmanlığın karşısında inananlar aynı tavrı ortaya koymazlarsa şikâyet hakları kalmaz. Hiçbir şey yapmadan eleştiriyi köylü Memet amcayla Fadime teyze de yapmaktadır. Zaten hasedçi başkalarıyla uğraşmaktan vazifesini yapmamaktadır. Mü’minlerle uğraşmaktan, iş yapmaya, asıl düşmanla uğraşmaya zaman ve fırsat kalmamaktadır. 

           “Eğer şeytandan dürten bir vesvese seni dürtecek olursa, Allah’a sığın. Çünkü O, her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.” (Fussilet/36) 

           Şeytanın insan üzerindeki etkisi sadece vesvese vermesidir. Şeytanın insana verdiği zarardan daha fazla, şeytanın yolunda olan hasetçi olan insan vermektedir. Şeytan insana haset etmesini, insanlar hakkında konuşmasını, gizliliklerini ve hatalarını araştırmasını ve bunu yaymasını telkin eder. Karşısındakilerin ellerinde olanların yok olmasını, sadece kendisinde olmasını arzu etmesini tavsiye eder. Vahye uymayan, emri ve sonucunu unutan, hatalarına değil de başkalarına bakanlar sürekli birilerini ve bir şeylere haset edecektir. Şeytanın bu vesvesesi karşısında Rabbimiz, kendisine sığınmaya davet eder. Allah’a sığınan, her yaptığının ve kalbinden geçenlerin bilindiğinin farkında olan, ahirette hesabının verileceğini unutmamasıdır. Çünkü her şeyi işiten ve bilen bir yaratan vardır. Bunu unutmayan yaratana yönelir.

           “Eğer size bir iyilik dokunursa onları üzer. Size bir kötülük isabet edince de onunla sevinirler. Eğer sabreder ve Allah’dan korkarsanız onların tuzakları size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatandır.” (Ali İmran/120)

           Şeytanın vasfı iman edene düşmanlık etmesidir. Mü’minin başına bir iyilik gelse üzülür, musibet geldiğinde ise sevinir. Dolayısıyla şeytanın yolunda olan, hakkın üstünü örten ve gizleye kâfir, Allah’ın isim ve sıfatlarını siyasi ve din adamlarına veren müşrik ve İslam görünen münafıklar, Allah’ı isim ve sıfatlarıyla birleyen ve güvenerek itaat eden mü’min ve müslümanlara hased ederler. İnananlara ilim, takva, mal, imkan, çocuk, aile gibi nice iyilikler verilse, hasetlerinden üzülürler. Hastalık, işinden olma, iflas, kaza, makam kaybı gibi nice sıkıntılar dokunduğunda sevinirler. Aramaz, sıkıntılarını paylaşmaz, dinlemez, görmezden gelirler. Kendi dertlerinden başkasını görmezler. Buna karşı Rabbimiz sabreder ve sadece Allah’dan korkarsanız onların bu davranışları, hasedleri, kin ve düşmanlıkları size zarar veremez buyurur. Çünkü Rabbimiz onların hasedlerini, inananlar hakkındaki düşünce ve yaptıklarını gördüğünü bildirmektedir. 

           “Onlar kendilerinin kâfir oldukları gibi sizinde kafir olup onlarla eşit olmanızı isterler. …” (Nîsa/89)

           Hasedçinin bir vasfı da kendinde yoksa karşısında da olmamasını istemesidir. Kendinde mal yoksa karşıda da olmasın ister, kendi ilim elde etmez, çabalamaz, karşısında da olsun istemez. Kendinde takva yoksa karşısında da olmasın ister. Kendisi fâsıksa, karşısındakinin de fâsık olmasını, kâfirse kâfir olmasını, münafıksa münafık olmasını, müşrikse müşrik olmasını ister. Şeytan kâfir oldu ve tüm insanların kâfir olmasını istedi ve bunun için alabildiğine çalışmaktadır. Bu onun insana karşı olan hasedinden dolayıydı. Şeytanın yolunda olan ve hâkimiyeti Allah’a değil de kendine veren, Allah’ın hükmünü hayata sokmayan kâfirler, istiyorlar ki her insanı da kendileri gibi haddi aşmaya, Allah ile hâkimiyet yarıştırmaya, kendi hevâsına uymaya davet ederler. Kendileri gibi olunmasını isterler ve bunun için alabildiğine çalışırlar. 

           “Ey İman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Şüphesiz ki zannın bazısı günahtır. Birbirinizin kusurunu (mahremiyetlerini) araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Siz ondan tiksinirsiniz. Allah’dan korkun. Şüphesiz ki Allah tevbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir.” (Hucurât/12)

           Rabbimiz, Allah’ı isim ve sıfatlarıyla bilip ve birleyen ve hayatın tüm alanlarında O’nun hükmü olan Kur’an’a göre hareket eden, Rasulullah’dan başka önder ve örnek kabul etmeyen inananlara hitap eder. Ayette bildirilen bu hasletleri iman edenlerin yapmamasını tavsiye eder. Zannın çoğundan sakının, bazısı günahtır buyurur. Her zan, her tahmin, her bence doğru olmayabilir, yalansa iftira, günah ve kul hakkıdır. Zandan kaçının buyrulur, çünkü zan eden birbirinin kusurunu, mahrem hallerini araştırır ve bunu yaparken de gıybetini yapar. Ayette bunları yapmayın buyrulur. Bu kötü hasletlere çoğunlukla haset sebep olacaktır. Rabbimiz bunun çirkin bir iş olduğunu ve mü’minlerin sakınmaları için ölü kardeşinin etini yemeye benzetir. Bundan da tiksindiniz değil mi der. Etrafınızda yapılan bunca gıybet, iftira, hasede bakıldığında, pek de tiksinilmiş gözükmemektedir. Sebebi ise ayeti üzerine almamanın bir sonucudur.

           “… Haset ettiği zaman haset edenin şerrinden.” (Felak/5)

           Şeytandan ve her hased edenden mutlak sığınılması gereken alemlerin Rabbi olan Allah’u teâlâdır. Allah’ın kendisine verdiklerini istemeyen, yok olmasını isteyen, yeni nimet verilmesini kabullenemeyen hasedçinin bu hasedinden Allah’a sığınmak gerekir. Bu tavsiye, hasedin ne kadar etkili olduğunu gösterir. İnsan hased edenin kim olduğunu ve ne yapacağını bilemeyeceğinden dolayı Rabbine sığınmalıdır. Sadece Rabbimiz her yarattığının ne yapacağını bilebilir. İnsanın tedbir alması yeterli olmaz, dualarla Rabbine sığınmalıdır. 

           Buhâri de geçen hadiste Rasulullah (s.a.s) “İki kişiye haset edilir” buyurmuştur. Allah’ın verdiği malı Allah yolunda harcayan ve Allah’ın verdiği ilimle amel edip, başkalarına da öğretenedir. Buradaki haset, gıpta etmek, özenmek ve imrenmektir. Bu hadis hayırda ve iyiliklerde yarışın emrinin bir sonucudur. Hasetçi haklı olmak için mücadele ederken, hayırda yarışanlar ise hak ortaya çıksın için yarışırlar. Buradaki haset, kendisinde olsun istediği gibi karşısındakinde de hayır ve ilim olsun isteyenlerin tavrı ve bakışıdır.  

           Yine “Bir kulun kalbinde imanla haset bir arada bulunmaz.” (Nesâi) buyrulur. 

           Bir kalp de iman varsa hasedin olmaması gerektiğini bildirir. Yoksa hased eden mü’min değildir denmez. Çünkü haset bir kalbe yerleşti mi takvaya, iyiliğe, merhamete, sevgiye, yardım duygusuna yer kalmaz. Hased bunların üstünü örter, unutturur, ertelettirir. Dolayısıyla hased kâfire, müşrike ve münafıka yaraşır, mü’mine yaraşmaz demektir. Mü’mine yakışmayanı bir mü’minin yapmaması gerekir. Biz mutlak  olarak bildiriler her bir ayeti ve hadisi önce kendimize bilmeliyiz ki, üzerimizde tesir etsin. Başkasını eleştirmek, onların hatalarını araştırmak, bulmaya çalışmak kolaydır. İnsanın kendisini eleştirmesi, kınaması zordur.

           Yine “Ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi, haset de amelleri, iyilikleri yiyip bitirir, mahveder.”İbn Mâce – Ebu Dâvud) buyrulur. 

           Bir mü’min hased etmeden önce şunu bilmelidir ki, bu yaptığıyla sadece kendisine zarar vermektedir. Çünkü hasetçi asıl zararı ahiret noktasında sadece kendisine verir. Nice ilim elde edeceksin, ameller yapacaksın, hayır hasenat işleyeceksin, yığıp biriktireceksin sonra ahmak gibi kibrit çakıp yapacaksın. Hased edeceksen bunca amelleri neden yapıyorsun ki? Aslında haset eden kendi emeğine saygı duymamaktadır. Kaldı ki başkasının emeğine saygı duysun. 

           Her insan hased edip etmediğini sağlıklı bir kafayla, idrak etmiş kalple düşünse anlar. İnsanların ellerinde ve üzerlerinde bulunan nimet ve ilimlere ne gözle baktığına baksın, bunu anlayacaktır. Yoksa insanlara hased ettiklerini söyleyemezsiniz, bu zordur, hatta ima dahi yapsanız alınma, kırılma söz konusu olacaktır. Asıl olan kişinin tavsiye edilenleri önce kendine alma bakışında olması gerekir ki, düzelme meydana gelsin. 

           Yine “Gıybetin peşine düşmeyin, başkalarının kusurlarını araştırmayın, birbirinize hased etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, kin gütmeyin. Ey Allah’ın kulları kardeş olun.” (Buhâri – Müslim) buyrulur.  

           Aslında hadiste Rasulullah (a.s.a) hasede neyin sebep olduğunun bir kısmını bildirmektedir. Ya da bu işleri yapanların hasedden dolayı yaptığını bildirir. Gıybet etmeyin ve başkalarının kusurlarını araştırmayın emreder. Başkalarının kusurlarını araştıran dolayısıyla gıybet eder. Gıybet edenlerde dolayısıyla başkalarının kusurlarını araştıranlardır. Buna sebep ise çoğunlukla haseddir. Hadiste gıybet etmeyin, başkalarının kusurlarını araştırmayın ve hased etmeyin diye tavsiye edilmiştir. 

           Birbirinize sırt çevirmeyin ve kin gütmeyin emredilir. Gıybet eden, başkalarının kusurlarını araştıran, haset eder ve birbirlerine de doğal olarak sırt çevirirler. Aramaz, sormaz, sıkıntılarını paylaşmazlar. Bunun sonucu olarak da kinler gündeme gelecektir, hadiste bildirildiği gibi. Allah ve Rasulü hasedin ne kadar etkili olduğunu, hasedçilerin kimler olduğunu, mü’minleri nasıl parçaladığını, tefrikaya düşürdüğünü, merhametsizleştiğini ve amelleri yok ettiğini bildirir. Ayrıca hasedin, kâfir, müşrik ve münafıkların bir vasfı olduğunu bildirir. Elbette bir kalp hastalığı olan hased den mü’minlerin sakınmaları kendi menfaatleri nedir. Allah’ı isim ve sıfatlarıyla birleyen ve itaat eden, hâkimiyeti sadece âlemlerin Rabbi olan Allah’a veren mü’mindir ve bunları Rabbimiz kardeş kılmıştır. Mü’min ise kardeşine hased etmeyendir ve etmemesi gerekendir. 

  • Davet Herkese, Hidayet Almak İsteyene

    Davet Herkese, Hidayet Almak İsteyene

     Peygamberlere gönderilen her din islamdır. İslam’ında zaman içinde bozulmasının altında dinin bir kısım insanların tekeline bırakılmasıdır. Zaman içinde dini kendi tekellerine alanlar, dinin sahibiymiş gibi davranmaya başladılar. Dini kendi tekellerinde görenler, topluma kendilerine koşulsuz itaat etme bakışı da verdiler. Kendi rahat ve zevkleri için siyasilere de tarih boyunca itaat etmeyi emrettiler. Ehli kitabın din adamlarının dokunulmaz, hata yapmaz, Allah adına iş yapan konumunda kabul ettikleri gibi, islam toplumunda da aynı bakışlar son yüz yılda hat safhaya çıktı. İslamı kendi tekellerinde gören, onlar olmazsa din anlaşılmaz, onlar olmazsa kurtuluş olmaz düşünen ve bunu dikte eden din adamları sınıfı oluşturulmuştur. Bu din adamı sınıfı gün geldi dinin sahibiymiş gibi davranmaya ve konuşmaya başladılar. Bu bakışta oldukları, konuştuklarına, yazdıklarına, ortaya koydukları tavırlarına yansımaktadır. 

       İnsanı yeryüzüne halife olarak seçen Rabbimiz, insanın bu sorumluluğunu nasıl yapacağının ölçüsünü de bildirmiştir. İnsanlar kendi akıl ve iradesine göre kural belirleyip yaşamasınlar diye hayatın her alanını düzenleyen ölçü belirlenmiştir. Rabbimiz, belirlediği bu ölçünün nasıl yaşanılacağını ve nasıl davet edileceğini de bildirmiştir. Örnek kıldığı peygamberleriyle de islam’ın nasıl yaşanılacağının şahitliğini ortaya koymuştur. Peygamberler kendilerinden din belirlememişlerdir. Dini kendi tekellerinde gibi davranmamışlar, sadece yaşama ve davet etme çabasında olmuşlardır. Rabbimiz, peygamberine ve her mü’mine hitap eden ayetinde “Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin.” (Şûrâ/52) buyurarak dinin belirleyicisi kendinin olduğunu kıyamete kadar gelecek olanlara bildirmiştir. Dinin öğrenilmesi zaruridir ve bunun için de sürekli davetçiler olmak zorundadır. Fakat bu birilerinin tekelinde olmamalıdır. Davetçi ölçü belirleyen değil, davet ettiği kimselerle beraber Rabblerinin belirlediği ölçülere uyanlardır. “Rasul Rabbinden kendisine indirilen iman etti ve mü’minler de.” “İşittik ve itaat ettik dediler.” (Bakara/285) ayeti davetçiye ve anlattıkları kişilerle beraber dine inanmaları ve yaşamaları gerektiğini bildirir.

       Allah’dan başka hiç kimse kitabın sahibi ve koruyanı değildir. Son kitabın korunması insana bırakılmamıştır. Fakat yaşantısını koruma insana aittir. Dine elleriyle, dilleriyle ve batıla verdikleri destekleriyle zarar verenler, biz olmazsak Kur’an anlaşılmaz, gündemde olmaz ve yok olur, biz olmazsak ehlisünnet anlaşılmaz ve yok olur diyenler, kendilerini Kur’anın koruyucusu ilan etmişlerdir. Bunu diyen nicelerinin elinden din alınmalıdır. Elbette hakkı gereği gibi davet etmesi gerekenler meydanı boş bırakıp kendileriyle uğraşınca, din dünyevileşenlere, bid’at ve hurafecilere kaldı. Mü’minlere de sadece onları kınamak kalmamalıdır. Değerinize sahip çıkmazsanız, birileri şirk ve küfürleriyle o değeri kirletirler. Kur’an Rabbimizin korumasındadır, aslında şirk, küfür ve haramlarla kirletilenler islamın yaşantısı olan hayatlardır.  

       Dinin bozulmasıyla şirk toplumlarının ortaya çıkışını, Kur’an bize Nuh a.s. kavmiyle bildirir. Belki bundan önce şirk toplumunun olma ihtimali olsa da, Rabbimiz bu başlangıcı h.z. Nuh kavmiyle bildirmiştir. Rabbimiz şirk toplumunda nasıl davet yapılacağını ve bu davetin karşısında müşrik olanlarla nasıl muamele edileceğini, ilk olarak Nuh a.s. ve toplumun hayatıyla bildirmiştir. Bu anlamda h.z Nuh’un dokuz yüz elli yıllık sabırla verdiği iman üzere islamı yaşama ve davet örnekliği, binlerce yıllık tarihiyle sanki bugün gibidir.        

       Kur’an’ın bildirmesiyle şirk toplumu h.z Nuh’un kavmiyle başlar. Dokuz yüz elli yıllık dile kolay sabırla verilen h.z. Nuh’un daveti, kıyamete kadar gelecek bütün mü’min davetçilere güzel bir örnekliktir. H.z. Nuh, dokuz yüz elli yıl Allah’ın sıfatlarını insana vererek şirk koşan ve Allah’ın hükümlerinin üstüne kendi yasalarını, hâkimiyetinin üstüne kendi hâkimiyetlerini geçirerek küfre düşen topluma ne anlattı. Nuh toplumu da, hayatlarının sevk ve idaresi konusunda Allah’ın iradesine göre değil de, hayatımızın sevk ve idaresinde hâkimiyet bize aittir dediler. Böyle diyen bir toplumda, dokuz elli yıl sabırla yapılan davet ve davetin içeriği. Dokuz yüz elli yılda geçse aynı şeyleri söyleme sabrı. Bunun söylemesi dile kolaydır. 

      H.z Nuh kavmine dokuz yüz elli yıl neleri bildirdi. 

       “.. Ey kavmim! Allah’a itaat edin. Sizin için ondan başka ilah yoktur. ..” (Araf/59) Hayatın tüm alanlarında itaat edip övülecek ve sevilecek tek ilah Allah’dır. İtaat eden, hâkimiyetini kabul edip uyan, teslim olan, onu ilah kabul etmiştir. Bu itaat ve teslimiyet de ibadettir. H.z. Nuh, kavmine dokuz yüz elli yıl bunu tekrar etti. Çünkü kavmi de o kadar yıl iman etmemişlerdi. Yani davet iman edinceye veya helak oluncaya kadardır. Allah’ı isim ve sıfatlarıyla birlemeye çağıran h.z. Nuh’a kavminin ileri gelen büyükleri, siyasi ve din adına söz sahibi olanlar dediler ki. “Kavminin büyükleri ona şöyle cevap verdiler. Biz seni cidden apaçık sapıklık içinde görüyoruz.” (Araf/60) Belki insanlık tarihinin başına yakın bir zamandan bugüne değişmeyen söz. Hakkı söyleyene, Allah’ı birlemeye çağırana söylenen sözler aynı. Bugünde Allah’dan başka itaat ettiğiniz ilahları ve sevk ve idare edip yöneten rableri reddedin diyenlere sapık, fitneci denilmekte. Bunlarda din adamı ve siyasiler, yani toplumun bugünkü büyükleridir. 

       Yine, hakkı bildiren h.z. Nuh’a, sen bunu nereden getirdin, biz bunu büyüklerimizden duymadık dediler. “Biz bunu evvelki atalarımızdan duymadık.” (Mü’minun/24) Bugünkülerde, siz bunu nereden çıkarıyorsunuz, biz bunları sizden başkasından duymadık demektedirler. Yine kavmi Nuh’a “O, ancak kendisinde cinnet bulunan bir adamdır.” (Mü’minun/25) Hakkı davet edenler karşısında aciz kalanların dünden bugüne tavır ve sarf ettikleri sözler aynıdır. Şirk, müşrik, küfür ve kâfir dünden bugüne aynı olduğu gibi, içinde olanlarında söz ve tavırları aynı olacaktır. Çünkü şirkin ve küfrün ne olduğunu Rabbimiz kitabında bildirmiştir. Küfür ve şirk ölçüsünü belirlemeyi insana bırakmamıştır. İmanın ve İslam’ın da!  

       Davetçinin bakış ve beklentisi. 

       “Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak alemlerin Rabbine aittir.” (Şuara/109) Daveti almak istemeyene, itiraz edene, benim beklentim sizden ve elindekilere değil, alemlerin Rabbindendir. Bu bakış peygamber bakış ve beklentisidir. Karşılığını Rabbinden bekleyen davetçiye ahirette bu amelin karşılığı var. Almak istemeyenin mesuliyeti kendine. Kendilerine özel muamele edilsin, ayrıcalıklı olsunlar bakışında olanların insan değer ölçüsü iman ve takva değil, dünyada mal ve makamdır. “… Arkana hep düşük kimseler takılmışken biz sana iman eder miyiz.” (Şuara/111)Dünde olduğu gibi bugün Allah’ı isim, sıfat ve fillerinde birlemek olan tevhidi anlatan ve tabi olanlara söylenen sözlerde aynı. Kendilerinden başkasını küçük görme ve basit kimseler görme müşrik toplumların bakışıdır. 

       Davetçi hükmeden değil, azabı ve kurtuluş yolunu açıklayan bir haberci olduğu bakışında olmalıdır. “Gerçekten biz Nuh’u şöyle desin diye kavmine gönderdik. Haberiniz olsun, ben size azabın sebeplerini ve kurtuluşun yolunu açıklayan bir korkutucuyum.” (Hud/25) ve “Allah’dan başkasına itaat ve ibadet etmeyin. Doğrusu ben size acıklı bir günün azabından korkuyorum.” (Hud/26) Allah’a itaate davet, kur’ana göre hayatı düzenlemeye çağırmaktır. Bu hayatın tüm alanlarında hâkimiyeti Allah’a vermedir. Bu ibadet ve itaattir. Bu itaatler hükmedeni İlah yerine koymaktır. 

       Daveti ve hidayet almak istemeyene, Rabbimiz de hidayette zorlama yapmaz, davetçide yapamaz. “Eğer Allah sizi saptırmayı murad ediyorsa, ben size nasihat etmek istesem de, benim nasihatim size fayda vermez. O, Rabbinizdir ve nihayet O’na döndürüleceksiniz.” (Hud/34) H.z. Nuh’un kavmine söylediği bu sözü bizimde etrafımızda hakka tabi olmak istemeyenlere söylememiz için bildirilmiştir. Siz sapıklığı tercih etmişsiniz Allah’da yolları sizin için yaratmıştır. Siz almak istenmeyince benim nasihatım size fayda vermez denilir. Davet edilene, bu seninle yaratan Rabbinin arasında bir meseledir. Hidayeti isteyecek olan sen, Hâdi olan’da Rabbin. 

       En yakınınıza bile fayda verememe. 

       “Allah kâfirlere, Nuh’un karısı ile Lut’un karısını misal yaptı. …Onun için kocaları da onları Allah’ın gazabından zerrece kurtaramadı.” (Tahrim/10) Yine, “… Nuh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna, ey oğulcuğum! Bizimle beraber gemiye bin. Kâfirlerle beraber olma diye seslendi.” (Hud/42) Bu ayetlerde, davetçi peygamber de olsa en yakınlarına, sevdiklerine, istediğine hidayet edemeyeceğini gösterir. Davetçinin sınırı bir yere kadardır. Hidayet kul ile Rabbi arasındadır. Eşiniz ve çocuklarınız dahi olsa istediğinize istediğiniz gibi bir hayat yaşatamazsınız ve istediğiniz gibi inandıramazsınız. Her davetçi bilecek ki, istediğine ve sevdiğine hidayet edemez. Davetçinin davet zamanını ve süresini h.z. Nuh’un hayatından Rabbimiz bize bildirmektedir. Gece gündüz, gizli açık, fert ve topluca davet, yani her fırsatta davet edileceği bildirilmektedir. Davet sadece derste değil, hayatın tüm alanlarında ve her zaman yapılmalıdır. “..Ey Rabbim, ben kavmimi gece gündüz davet ettim.” “Onlara yüksek sesle davet ettim.” “Onlara hem açıktan, hem de gizli davet etim.” (Nuh/5-8-9-) Davetçi, kişi Allah’ın merhametine ulaşsın için davet eder. Almak istemeyip alay eden, dine ve davetçiye zulmedene vakti geldiğinde beddua edilir. Merhamette, beddua da hak edenedir. “… Ey Rabbim, kâfirlerden hiç kimseyi yeryüzünde bırakma, çünkü sen onları bırakırsan senin kullarını saptırırlar ve ancak nankör (kâfir) fâcir doğururlar.” (Nuh/26-27) Kâfir ve müşriklerde inanışlarını ve yaşamlarını sonraki nesillere aktarırlar. İnatla o batıl yollarda kalırlar. Beddua edilmez diyene, sizde h.z. Nuh gibi dokuz yüz elli yıl gece gündüz, sürekli davet yapın ve dışlanın sonra beddua etmeyin. Üç beş davetle etrafına lanet okuyan bizlerin h.z. Nuh’u anlaması da zordur. Her davet edilen kabul edecek değil, davet almak isteyene fayda verir.    

       H.z İbrahim tek başına davetin güzel bir örneği.

       Davet önce en yakına. “… Ey babacığım, niçin, işitmez, görmez ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere itaat ediyorsun.” (Meryem/42) bugün din adına oluşturulan veli, gavs ve kutupların, ölseler de, yaşasalar da görüp işittikleri, her an yardıma hazır olduklarına inanılır. Dünde bugünde bu bakışlar nice inanışlarda ve topluluklarda aynıdır. Her dönemin hatalığı, Allah’dan başka itaat edilen sahte ilahlar edinme. “Bir zamanlar İbrahim babası Azer’e, sen putları kendine ilahlar mı ediniyorsun. ..” (En’am/74) Kendi üzerinde ölçü belirleyen, hüküm koyan bilip onlara itaat etme, onları sevip övme kimeyse o ilah edinilmiştir. Buda onlar yapılan ibadettir. Onların belirlediği kural ve yasaları da dindir. 

      Babaların yolu haksa tabi, batılsa terk edilir. .. Ey İbrahim! Sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun. Yemin ederim ki, eğer vazgeçmezsen seni taşla kovar öldürürüm. ..” (Meryem/46) Alışılan yolları terk etmek zordur. Hele birde o yol tek doğru kabul edilip, kalben de doğruluğu tasdik edilmişse, kurtulması daha da zordur. Davetçi hakkı delilleriyle ortaya koysa da akletmeleri zordur. İnananların saptıklarını düşünürler. Sizin saptığınızı düşünüp alabildiğine düşmanlık ederler, etrafından kovarlar. Babaların, ataların, yani öncekilerin bilmediğini sonrakiler öğrenince, çıkan kuşak çatışması. “Ey babacığım, gerçekten bana sana gelmeyen ilim gelmiştir. O halde bana uy da seni doğru yola ileteyim.” (Meryem/43) Davetçi mutlak hak içinde olmalı ve hak ortaya çıksın, anlaşılsın ve itaat edilsin için anlatacak ve sadece karşılığını Allah’dan bekleyecek. 

       Davet akletmeleri içindir. 

       “Nihayet o putları paramparça etti, yalnız bunların büyüğünü bıraktı ki, belki ona müracaat ederler. Dediler ki, bunu ilahlarımıza kim yaptı? Muhakkak ki o zalimlerden biridir.” (Enbiya/58-59) Her yapılan davet ve eylem insanların hakkı anlamaları için olmalıdır. H.z. İbrahim,’in amacı sadece putları kırmak değil, onların kendilerine dahi faydalarının olmadığını, itaat edilecek ilahlar olmadığını ortaya çıkartmaya çalışmıştır. Kâfirlerde kendi ilahlarını korurlarken, tek ilah olan Rabbimiz mü’minleri korur. “Dediler ki, sen mi bunu ilahlarımıza yaptın ey İbrahim ..” (Enbiya/62) Batıl sistemleri ve oluşturup yönetenler insanların desteğine ve korumasına muhtaçken, alemlerin Rabbi ise sadece koruyandır. İnsanlar binlerce yıldır koruduklarından ve yardım ettiklerinden korunma ve yardım beklerler. Batılın savunucuları da yapılan davet karşısında boş durmazlar. H.z. İbrahim toplumun hakkı anlamalarını sağlasa da, şirkin ileri gelen din adamları ve siyasiler, atalarınızın yolunu nasıl bırakırsınız ve bu fitneciye mi tabi oluyorsunuz derler ve bunda da çoğunlukla başarılı olurlar. “Sonra eski kafalarına döndüler.” (Enbiya/65) Küfrü savunanlar ilahlarını korumak için her yola başvururlar. “Biz de, ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selamet ol, dedik.” (Enbiya/69) Hak düşmanları, davetçi olan peygamberde olsa bile tabi olmak istemediklerinde yapacakları şeyin sınırı yok. Davetçiyi ateşte yapmak bile olsa. 

       Allah’ın mülkünde verdiği nimetlerle ona ve inananlara zulmetme. “Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında İbrahim’le tartışanı gördün mü?” (Bakara/258) Davetçiye Allah makam, mevki, mal ve ilim verirse batılda olanların hırs ve kinleri artar. Davetçi bunu bilmelidir. Sizinle hak konusunda tartışanlara verilecek cevap. “Allah beni doğru yola iletmişken siz onun hakkında benimle çekişmeye mi kalkışıyorsunuz? Ben O’na ortak koştuğunuz şeylerden asla korkmam. ..” (En’am/80) Davetçinin hakta olmasını istemeyen, kıskanan nicelerinin yaptıkları ve sözleri aynıdır. Onlara verilecek cevap da ayette bildirilmiştir. Allah ile hâkimiyet yarıştıranlar en yakınlar olsa da bağışlanmaları için mağfiret dilenmez. “Fakat babasının Allah’a bir düşman olduğu kendisine belli olunca ondan uzaklaştı. ..” (Tevbe/114) Düşmanlık ve düşmanlıkta sınır, Allah’a yapılan düşmanlık oranındadır. Kendi halinde kâfir ve müşrik olanla, islama ve müslümanlara düşmanlık edenlere tavır aynı olmayacaktır. Hakka inatla düşmanlık edenlere merhamet edilmeyecektir. 

       Kendini bilmeyip akledemeyenlerin tavrı. “Kendini bilmeyenden başka kim İbrahim’in dininden yüz çevirir?…” (Bakara/130) Davetçi bilecek ki, şirk koşmayan h.z. İbrahim’in hanif dininden ancak akledemeyen, ne yaptığının farkında olmayan, aklını siyasi ve din adamlarına teslim eden den başkası yüz çevirmez. Kıyamete kadar gelecek tüm hak davetçilerine alemlerin Rabbine hayatının tüm alanlarında teslim olup müslüman olan h.z. İbrahim’in hayatında güzel bir örneklik vardır. Teslim olunan ilah ve rab kim? “Bir zamanlar İbrahim’e Rabbi, benim emrime teslim ol dedi. İbrahim, alemlerin Rabbine teslim oldum dedi.” (Bakara/131) Davet eden ve edilen isteyerek Hükmedip yöneten Rab, itaat edilip övülen İlah olarak sadece alemlerin sevk ve idare eden Rabbine teslim olmalıdır. Hayatlarına hükmeden Hâkim sadece Allah olmalıdır. 

       H.z Musa, firavun gibi hâkimiyeti kendinde gören bir tağuta karşı davetin örneği.

       Firavunda olsa davet herkese, akletsinler ve için yumuşak olmalı. “Firavun’a gidin, çünkü o hakikaten azdı. Varında ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler yahut korkar.” (Taha/43-44) Davet akledilsin, nasihat alınsın ve Allah’ın gazabından korkulsun içindir. Her insanın inat ve korku sınırı vardır. Firavun gibi güçlü iktidar sahibi bile olsa kendisini aşan imtihanda hakkı kabul etmek ve inanmak zorunda kalır. Yer ve göklerin Rabbi ancak kullarına hükmedebilir. “Firavun dedi ki, o halde sizin Rabbiniz kimdir.” (Taha/49) “Eğer kesin olarak inanıyorsanız Allah göklerin yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir.” (Taha/7) Firavun Mısırın yasa koyup hükmeden rabbi benim derken, h.z. Musa benim Rabbim yer ve içindekilerin, göklerin ve içindekilerin yasalarıyla hükmedip tek yönetenidir demiştir. Bugünde bulundukları yerlerde yasalarıyla yönetip rablik iddia edenlere her hakkın davetçisi h.z. Musa’nın firavuna dediğini diyecektir. Onlara Allah’ın ilah ve Rabliğini haykıracaktır. 

       Daveti almak istemeyenlerin tavırları ortak. Hakkı ortaya koyanlara karşı, batılın taraftarları, bunlar sizin aklınızı karıştırırlar, sözleriyle sizi sihirleyip saptırırlar derler. “Firavunun kavminden ileri gelenleri dedi ki, muhakkak ki bu çok büyük bir sihirbazdır. …” (Araf/109) hiçbir batıl ve önderleri kölelerinden, kullandıkları topluluklardan bir kişi bile olsa kaybetmek istemezler. Bunun için hakkı söyleyenleri dinlemeyin, onlarla konuşmayın, yazdıklarını okumayın derler. Hak davetçilere akıllarınca batıl muamelesi yaparlar, firavun ve nemrut gibi. H.z. Musa’nın elinde mucize olan asa, mü’min davetçinin elinde mucize olan Kur’an. “Sihirbazlar hep beraber secdeye kapandılar. Biz Musa ve Harun’un Rabbine iman ettik dediler.” (Araf/120-122) H.z. Musa elindeki asanın tesirini ve kimin katından geldiğini biliyordu. Asa mucizesi, sihirbazları aklettirip iman etmesine sebep oldu. Elinde Kur’an muizesi olan davetçi bunun kıymetini, tesirini bilecek. Kendisinin de kur’an ile aklettiğini, ayetleriyle Rabbe iman ettiğini bilecek. İnanan da sahte oluşturulmuş rablere değil, davetçinin itaate çağırdığı alemlerin Rabbi olan Allah’a iman edecek. Güç sahipleri de olsa, zulmedilen mazlumda olsa hidayet ve davet almak isteyeni kurtuluşa  götürür.    

       Kendilerini h.z. İbrahim’in yolunda gören Mekke şirk toplumuna karşı Rasulullah’ın (s.a.s.) yaptığı hak daveti, kıyamete kadar hakka çağıran islam davetçilerine en güzel ve tek örnekliktir. Her davetçi emri önce kendine bilip, bu emir bana demelidir. Yoksa Rabbimizin bildirdiği, hakkı hatırlatıp kendini unutan zümreler gibi olunur. “Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Oysa kitabı da okuyorsunuz. Artık akıl etmeyecek misiniz?” (Bakara/44) Hakkı hatırlatan çok az davetçi hatırlattığını kendisi yapar. Bu emir önce bana der. İbadette takvadan bahseder, kendine değil, ahlaktan bahseder, kendine değil, gıybetin, hasetin, kibrin, iftiranın zararlarından, amelleri yok etmesinden bahseder, kendine değil. Ayetlerde bildirilen deki emrini, önce kendi nefsine demelidir.  

       Davetçi önce bilgilenecek, kavrayıp akledecek, sonra anlatacak. 

       Okuyup hakkında gerekli bilgi edinmediğinizi ve tam olarak kavrayamadığınızı bir başkasına aktaramazsınız. “Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (Alak/1) Her alanda hükmedip yöneten Rab adına başlama ve devam etme. Davetçi sakınacak ve etrafını da sakındıracaktır. “Ey örtüsüne bürünen! Kalk da korkut. Rabbini yücelt. …” (Müdessir/1-3) Hâkimiyeti Allah’dan alıp insana vermekle ve o insanın yasalarına ve fikirlerine göre yaşamakla Rab yüceltmiş olunmaz. Yaşantısının her alanını Rabbin iradesine göre düzenleyen Rabbi yüceltmiştir. İtaat kimeyse, o yüceltilmiştir. Peygamberin bile vahiyden önce bilmedikleri nice konular ve bizimde sonradan bildiğimiz hakikatler. Davetçi önceden bilmediğini ve bilgilendirildiğini hatırlayacak ve unutmayacak.

       Davet edilen ölçüyü bir belirleyen vardır. Davetçi bu dinin bir sahibinin olduğunu bilecek ve kendisinin bu dine ait olduğunu, bu dini yaşamakla emrolunduğunu bilecektir. Kendisini dinin sahibi gibi görmeyecek ve istediğini istediği gibi konuşamayacağını bilecektir. Dini anlatmada sınırını bilecektir. “Böylece sana emrimizden bir ruh (Kur’an) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. …” (Şura/52) Davet ettiğimiz kitabı bir vahyeden var ve her davetçi bundan önce kitap nedir iman nedir bilmiyordu. Vahyedilen kitaba itaat edecek ve itaat edilmeye çağıracak. Vazifesi sadece budur. Davetçi önce anlattığı ölçüye kendisi iman edecek ve iman edilmesini sağlayacak. “Rasul Rabbinden kendisine indirilene iman etti ve mü’minler de. …” (Bakara/285) İmanda davetçi ve anlatılan, kabul, tasdik ve güvenmede eşit olacak. İtaatler ise herkesin gücü kadar. 

       Uyarılar herkese aynı etkiyi yapmayacaktır. Uyarı Kur’an ile ve önce Allah’ın ilahlığını ve Rabliğini kabul edip, itaat etmeye olacaktır. Bugün çokları kendilerine ve yapılarının ilkelerine ve hocalarına itaate çağırmaktadır. “Rableri huzurunda toplanacaklarından korkanları, sen Kur’an ile korkut. Onların Rablerinden başka ne velisi, ne de şefaatçisi yoktur. Umulur ki sakınırlar.” (En’am/51) Dünya hayatında hükmedip yöneten, terbiye eden Rab, ahirette de tek hükmedip yönetecek olandır. Yapılanların mutlak bir karşılığı olarak hesap görülecek. Davetçi anlattığının hesabını ve karşılığını, anlatılanda dinleyip, itaatinin sonucunu ve karşılığını görecektir. Korkutma Kur’an ile olur. Uyarı, hatırlatma, nasihat kur’an iledir. Darda kalındığında insanın sığınacağı, yardım isteyeceği Allah’dan başka velisi yoktur. İnsan darda kalınca mutlak veli olarak Allah’a yönelir. Veli olarak tek Allah’a yönelmeleri gerektiğini etrafına sürekli hatırlat. Dünyada ve ahirette Alah’dan başka yardım edebilecek şefaatçi yoktur. Davetçi olarak bunu bil ve anlat. Az çok, iyi kötü herkes davet yapar, islamı mutlaka konuşur. Birileri de özel olarak davet yapar.

       Davet almak isteyene, düzelmek isteyenedir. Peygamberlerde dâhil hakkı hatırlatan hiçbir davetçi, en sevdikleri dahi olsa istediklerine hidayet edemez ve bu bakışta da olmamalıdır. Hidayete erdiren sadece Rabbimizdir. “Sen sevdiğini hidayete eriştiremezsin, fakat Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi o bilir.” (Kasas/56) insan sevdiğine hidayet edemez, çünkü kimin yarın ne yapacağını, kalbi durumunu en iyi bilen Rabbimiz, onlara hidayet yolları yaratır. Rasulullah (s.a.s.) bile Mekke de kimin iman edeceğini bilmiyordu, arzusu ise herkes iman etsindi. Kimin hidayete ereceğini bilmeyen, hakkı herkese davet eder. Siz delilleriyle hakkı anlatacaksınız, Allah c.c. onların kalplerinde imanı açığa çıkaracak. 

       Tarih boyunca şirk toplumları peygamberlerle alay ettiler ve her hakkı hatırlatan davetçilerle de. “Onlar hiçbir peygamber gelmiyordu ki, onunla eğlenir olmasınlar.” (Hicr/11) Sizinde hakkı söylemenizde alay edilmeniz, kınanmanız, fitneci görülmeniz normaldir. Peygamberler Rablerinin emrettiği şekilde, onun rızası doğrultusunda ve karşılığını ondan bekleyerek yapmışlardır. Dolayısıyla yapılan davette usulsüzlük, sizin davet şeklinizde mi, yoksa davet ettiğiniz inanmamakta inatçı mı? Davette bilgisizce ve usulsüzce yapılan nice hataların sonucu, yıllarca düzeltilememektedir. Müşriklerin inadı, inananlarla alayları kendilerinedir. Sizin davet hatanızla inatlaşıp batılda kalmasınlar. Tarih boyunca tüm peygamberler ve şirk toplumu içinde tüm davetçiler önce tevhidi, yani Allah’ı isim ve sıfatlarıyla birlemeye çağırmışlardır. Rabbimiz kitabında isim ve sıfatlarıyla nasıl birlenileceğini bildirmiştir. Davetçi bunu bilip birlemeye önce en yakınlarında peygamberler gibi davet edecektir. Davetçi çok konuşmak yerine, muhatabının anlayacağı ve dinlediği kadar anlatacaktır. Ne anlattığınız muhatabın anladığı kadardır. Rasulullah (s.a.s.) “İstisnasız tüm peygamberler insanların anlayacakları kadar anlatmakla ve hak ettikleri kadar değer vermekle emrolunmuşlardır.” (Ebu Davut) Buyurur. Davetçi muhatabının anlayacağı meseleleri ve anlayacakları şekilde anlatmalıdır.  

       Tarih boyunca müşrik ve kâfir bakışı aynıdır. Size farklı muamele ediyorlarsa problem onlarda değil, siz kendinizde arayın. Tarih boyunca şirki savunan ve koruyanlar, peygamberler dahil iman edenlerden asla razı olmamıştır. Çünkü onların şirk ve küfürlerini sürekli ortaya koymuşlardır. Davetçi kişinin makamına, zenginliğine, bedensel görünümüne bakmadan muamele eder. “Rablerinin rızasını dileyerek sabah akşam ona dua edenleri, fakirlerle bir arada bulunmak istemeyen müşriklerin arzusuna uyarak yanından kovma. …” (En’am/52) Rasulullah’ın (s.a.s.) herkesi kazanma isteği ağır basıyordu. İstiyordu ki, sözü geçen ve güçlü olanlarda bu dinin içinde olsunlar. Tirmizi’de geçen hadiste Rasulullah (s.a.s.) “Allah’ım bu dini iki Ömer’den birisiyle kuvvetlendir.” diye dua etmesi, İslam’ın güçlü insanlarla desteklenmesi için dua edilebileceğini gösterir.  

       Davetçinin yolu peygamberlerin yolu, bakışı da aynı olmalıdır.

       “O peygamberler Allah’ın hidayetine eriştirdiği kimselerdir. Sen onların yolundan yürü. De ki, sizi bu tevhide çağırmama karşılık sizden bir ücret istemem. O Kur’an ancak alemler için bir öğüttür. “En’am/90) Önce davetçi hakka tabi olacak, sonra davet edecek. Yani itaat ettiği, hayatını teslim ettiği yolu tavsiye edecek. Asır suresi bu hakikati ortaya koyar. Kurtuluşa davet eden davetçi önce iman edecek. Allah’ı isim ve sıfatlarıyla birleyecek. Kur’andan başka itaat edilecek hayat programı kabul etmeyerek hâkimiyeti sadece Allah’a verecek. Peygamberden başka örnek ve önder kabul etmeyecektir. Bu imanını şahidi olarak şirksiz, haramsız, bid’a ve hurafesiz, riyasız, kibirsiz, gıybetsiz ameller işleyerek hayatını sâlih amellere dönüştürecek. Sonra iman ve salih amellere dönüştürdüğü hayatını hak olarak insanlara tavsiye edecektir. Sabırla mü’min ve müslüman kalacak ve bu sabrı tavsiye edecektir. Tavsiye sizin yaptıklarınızdır. İyiliği emredip, kendinizi unuttuklarınız değil. Yapıp da tavsiye etmektir. Asır suresini okuyan, ben iman ve sâlih amel üzere bir hayat içindeyim, size de böyle bir hayatı tavsiye ediyorum demiş olur. Asır suresi önce kişinin kendisine, sonra tavsiye. Önce kendi vahye tabi olacak, sonra tavsiye edecek. “Rabbinden sana vahyolunana tabi ol. Ondan başka ilah yoktur. Allah’a ortak koşanlardan yüz çevir.” (En’am/106) Hükmeden, vahyedip hayatı düzenleyen Rabdir. Rab olarak hâkimiyette kimse ona ortak olamaz, bu şirktir. Vahye tabi olan, itaat edip hayatını vahiyle düzenleyen, o vahyi gönderen Allah’ı ilah kabul etmiştir. Allah’ın Rab ve ilahlığını siyasilere ve din adamlarına veren müşriklerden yüz çevir diye emredilir.

       Davetçinin hedefi asıl Allah’ın rızası ve sonsuz cennet olmalıdır. “Sakın o kâfirlerden bir kısmına verip de zevklendirdiğimiz şeye gözlerini dikip de rağbetle bakma ve onların iman etmeyişlerine üzülme. Mü’minlere rahmet kanadını indir.” (Hicr/88) İnsan dünyaya meyilli, bir başkasının elinde olanları görür, heveslenir ve arzu duyabilir. Haset ve hırsla bakmamak gerekir. Kâfir ve müşriklere verilenlere göz dikmemek gerekir. Çünkü bu nimetleri onlara takdir edip veren Rabbimizdir. Kâfir ve müşriklerin dışlama ve reddetmelerine üzülüp kızmak yerine, hak da olanlarla beraber yaşamak gerekir. Davetçi, yıllarca davet ettiği toplumda bir tane mü’min erkek olmayan h.z. Lut’u düşünüp etrafında nice mü’minlerin kıymetini bilmelidir. 

       Müşriklerin hakkı hatırlatan davetçilere kızmalarına, dışlamalarına sebep olan şey çoğunlukla davetin gereği gibi yapılmamasıdır. “Müşriklerin Allah’dan başka itaat ettikleri şeylere sövmeyin ki, onlar cehaletle haddi aşarak Allah’a sövmesin. Her ümmete böylece amellerini süslemişizdir. …” (En’am/108) Hakkı belirleyen ve nasıl davet edileceğinin ölçüsünü koyan Rabbimizdir. Davet Allah adına olmalı ve onun rızası aranmalıdır. Onun takdirinden başkası olmayacağından, gerek davette, gerekse normal zamanda insanların değer verdikleri, sevdikleri, övdükleri siyasi, dini lider ve atalarını küçümsemek, kınamak, yüzlerine kâfir ve müşrik demek hakarettir, aşağılamadır. Sizin bunu yapmanız, onları daha da savunmalarına, desteklemelerine sebep olacak ve sizin hak olarak yaşadığınız islama saldırmakla da Allah’ın dinine zulmedeceklerdir. Sizin üzerinizdeki islama söz edilmesi Allah’a yapılmış demektir. Siz usulsüz davet yapsanız da aslında hakkı söylüyorsunuz, oysa onlar cahillikle ayete, islamın emrine karşı çıkmaktadırlar. Buda Allah’a yapılan hakarettir. Siz bu kin ve isyanın müsebbibi olmayın emredilir. Onların batılda inatla kalmak istemelerinden dolayı, Allah c.c. onlara şirk amellerini yaşadıkları yolda süslemiştir.

       Davetçi koruyucu, gözetleyici, yani insanlar üzerine bekçi kılınmamıştır.

        “Kim peygambere itaat ederse muhakkak ki Allah’a itaat etmiştir. Kim de yüz çevirirse, seni onlara koruyucu ve gözetleyici göndermedik.” (Nisa/80) Bugün dünya insanı bir avuç güç ve iktidar sahiplerinin fikir ve yasalarına itaat ederler. Kim hayatın tüm alanlarında iman, ahlak, muamelat olan siyasi, hukuki, eğitim, ticaret gibi ve ibadetlerde Rasulullah’a itaat ederse Allah’a itaat etmiştir. Allah’a ve Rasulüne itaatten yüz çevirip hâkimiyeti kendilerinde gören, Allah’ın iradesinden yüz çevirenlere karşı sen koruyucu, gözetleyici değilsin. Herkesin başında bekçi kılınıp düzeltmek zorunluluğun yoktur. Hakka tabi olmayan, Allah’a ve Rasulüne tüm hatırlatmalara rağmen itaat etmiyorlarsa hiçbir davetçi onlar üzerine bekçi, gözetleyici değildir. Davetçi hatırlatan ve uyarandır. Davetçilerde bekçi ve gözetletici gibi de davranmamalıdır. Herkes yaptığının karşılığını Rabbi karşısında görecektir. Koruduğuna ve gözetlediğine inanılan nice siyasiler, veli ve gavslar. Kendilerinde güç gördüklerine itaat yaparlar. Hakka, hayatın her alanında tam olarak tabi olma, itaat etme bunlar için zordur. Bulundukları yerden ve konumdan razı ve böyle yaşamakla kurtulacaklarına inanırlar. Davet almak isteyene, davetçi kimsenin bekçisi değildir.

       Davet almak isteyene, fakat davet edenlerinde dikkat etmesi gereken, şâhid olduklarıdır. “Onun için sen emrolunduğun şekilde, beraberinde tevbe edenlerle dosdoğru hareket et. Aşırı gitmeyin. Çünkü Allah yaptıklarınızın hepsini kemaliyle görücüdür.” (Hud/112) Ferdi, aile ve cemaat olarak hakkın yaşayan şâihidleri olmak emredilir. İslamı emredildiği gibi dosdoğru yaşamak zordur, birde sizi görenlerden sorumlu olmanız vardır. Emrolunduğu gibi davet yapmayan, yaşamayan, aşırı gitmiş, tuğyan etmiştir. Mü’minler, özellikle davetçiler davetlerinin ve amellerinin Rableri tarafından görüldüğünün farkında olmalıdırlar. Davet ettim, yaşadım oldu bakışı, Rasulullah’ı ve ashabını örnek alan mü’min davetçilerin yapacağı iş ve bakış değildir.      

       Daveti almak istemeyene verilecek en güzel hal, sabırdır. 

       “Sabret, çünkü Allah iyilik edenlerin mükâfatını zayi etmez.” (Hud/115) Sabra ecir vardır. Davetinizde kınama, kızma, itiraz varsa ve kabul edilmediyse, dışlanan siz değil Allah’ın iradesi, emri olan kitabıdır. Kızmanıza gerek yok, çünkü yaptığınızın ve söylediklerinizin hiçbir zayi edilmeyecek, sonsuz ahiret karşılığı olacaktır. Kişi isteyecek, Hâdi olan Allah c.c. onun kalbini ısındıracak, hidayet yolu var edecektir. Bu belki sizin sonraki davetinizle gerçekleşecektir. Siz sadece vesile olmaya bakın. Bir kişinin hidayetine vesile olma çabasında olunmalıdır. Rasulullah (s.a.s.) “Senin vesilenle bir kişinin hidayet bulması güneşin üzerine doğduğu her şeyden hayırlıdır.” “Kızıl develerden hayırlıdır” “Dünya ve içindekilerden hayırlıdır” buyurmuştur.  

       Davet yakından uzağa herkese aynı olmayacaktır. “Şimdi sen emrolunduğun şeyi kafalar çatlatırcasına bildir ve müşriklerden yüz çevir.” (Hicr/94) Senin işin emrolunduğun hakkı sürekli, bıkmadan, kızmadan sabırla batılda olan herkesi hakkı kabule, itaat etmeye davettir. Mü’minlere ise nasihat ve hatırlatmadan ibarettir. Sözünün geçtiği, en yakınların olanlara ise, kafalar çatlatırcasına usanmadan davet et. Onların kınamalarında yılmadan, kızmadan h.z. Nuh gibi hanımına ve oğluna, h.z. İbrahim gibi babasına, Rasulullah’ın (s.a.s.) amcasına yaptıkları davette sabır ve süreklilik gibi. Onlara uymaktan yüz çevirerek sürekli davet yapmak gerekir. Bizim davette boş bıraktığımız alanları ve kişileri, birileri kendi batıl yollarıyla, şirk bakışlarıyla, bid’a ve hurafeleriyle dolduracaktır. Siz sonra birde onları düzeltmek zorunda kalacaksınız.

       Daveti almak istemeyene yapılacak usul. 

       “Ey Rasulüm, insanları Kur’anla güzel söz ve nasihatle Rabbinin yoluna davet et. Onlara karşı en güzel bir şekilde mücadele yap. …” (Nahl/125) Dinin ölçüsü belirlendiği gibi, nasıl davet edileceği de belirlenmiştir. Güzel sözle nasihat ve Rabbin yoluna, onun hâkimiyetine itaate davet etmek gerekir. H.z. Nuh’un oğluna “ Ey oğulcuğum, kâfirlerle beraber olma” davetindeki güzel tavrı gibi. Tartışılacaksa hak ortaya çıksın için, güzel bir mücadeleyle yap tavsiyesi. İmam gazali, hiçbir tartışma kazanılmaz demiştir. Sen kazanırsan muhatabını kaybedersin, o kazanırsa zaten kaybetmişsindir der. Hidayet Allah katından ve kişi isterse ulaşacaksa, senin tartışmana ne gerek var. İyiliği emredip, kötülükten sakındırma davetçinin işidir. Her insanın hakkı kabul etme ve etmeme hakkı vardır. Akıl ve irade verilen insana bu hak verilmiştir. Hakkı kabulde zorlama yoktur.      

       Hakka davet edenin dışlanması onu üzebilir. Onların inkar ve karşı çıkmaları davetçiye değil, Allah’ın ayetlerinedir. Bunu davetçide, anlatılanda bilmelidir. “Onların söylediklerinin seni gerçekten üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar. Fakat o zalimler Allah’ın ayetlerini inatla inkar ediyorlar.” (En’am/33) Tarih boyunca her şirk ve küfür toplumu, kendi batıl yolları, şirkleri ortaya çıktı diye hakka karşı çıkıp tavır almışlardır. Dokuz yüz elli yıl inatla Nuh kavmi Allah’ın ayetlerini yalanlamışlardır. Hâkimiyeti kendilerinde görüp, Allah’ın iradesine değil, kendi iradelerine göre yaşamışlardır. Allah’ın hâkimiyeti üzerine kendi hâkimiyetlerini geçirmekle de hakkın üzerini örtüp küfretmişler, kâfir olmuşlardır. Mekke şirk toplumu da aynı bakışla, kendi hataları ortaya çıktı diye hakka düşman kesilmişlerdir. Her şirk ve küfür içinde olan toplumların hakka yaptıkları düşmanlıkları, davet eden peygamberlere ve tüm davetçilere değil, Allah’ın ayetlerinedir. Allah’ın hükmü olan ayetlerin yerine, kendi yasalarını, fikirlerini, düşünce ve zanlarını geçirenler, hakkın üzerini örtmekle küfretmiş, yalanlamışlardır. Rasulullah (s.a.s.) on üç yıl Mekke de kınandı, dışlandı, inatla yalanlandı, inanmamaları onu üzmüştü. Kıyamet günü onların hatalarına pişman olacaklarını biliyordu. En yakınlarınıza üzülseniz de, hidayet ancak almak isteyenedir.

       Davetçi zorba değil, sadece hatırlatıcıdır. Hâdi olanın sadece Allah olduğunu bilmelidir.

        “Artık sen nasihat et. Sen ancak bir öğüt vericisin. Sen onlar üzerine bir zorlayıcı değilsin.” (Gaşiye/21-22) Her yolun bir itaat edilen ilahı, itaat edenleri ve birbirlerine yardım ederek sevenleri vardır. Davetçinin tüm işi nasihat ve hakkı kabul ve itaate davettir. Sen ancak öğüt vericisin emri, tüm davetçileredir. Kimse muhatabına hakkı kabulde zorlayıcı değildir. Hâdi olan sadece Rabbimizdir. O kullarını hakkı kabul konusunda zorlamıyorsa, davetçinin zorlama hakkı yoktur. Her insanın sevme özgürlüğü, itaat etme tercihi, sığınıp yardım isteme de veli edinme hakkı vardır. Akıl ve irade verilen insan velayeti, ya Allah’a yapacak ya da siyasi ve din adamlarına. “… Muhakkak ki zâlimler birbirlerinin velileridir. Allah ise takva sahiplerinin velisidir.” (Casiye/19) Hâkimiyeti Allah’a verip, ona sığınan, yardım isteyen, koruyup gözetleyen kabul eden takva sahipleri ancak Allah’ı veli edinirler.          

       Rasulullah’ın (s.a.s.) davette gösterdiği hassasiyeti ve kendini zorlaması. “Bu söze (Kur’an) inanmıyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin.” (Kehf/6) yine “Eğer onların hak dinden yüz çevirmeleri sana ağır geliyorsa, yerin dibine inebilecek bir kanal veya göğe çıkacak bir merdiven arayıp da onlara başka bir mucize getirmeye gücün yettiği takdirde hiç durma. Allah dilemiş olsaydı muhakkak onları hidayet üzerinde toplardı. O halde sen bunu bilmeyenlerden olma.” (En’am/35) Kur’ana itaat etmemeleri, Allah’ın ayetleri yerine siyasilerin ve din adamlarının söz ve fikirlerine itaat etmeleri davetçiyi üzebilir. Her davet ettiğinin hemen kabul etmesini isteyebilir. Bu hassasiyet hakka davet eden ve karşılığını Allah’dan bekleyen her davetçide olabilir. Kur’anın ölçüsü, tarihi örneklikleri sana yetmiyorsa, inkarları ve haktan yüz çevirmeleri de sana ağır geliyorsa, onları ikna konusunda yerden ve gökten deliller, mucizeler getir, eğer, senin anlatmanla hidayet de olacaklarsa. Oysa Rabbimiz dilerse onların hepsine hidayete erdireceğini bildirerek, sen sadece davetini yap buyuruyor. Her davetçiye Rabbimiz, hidayetin sadece Allah’dan olduğunu ve senin ise sadece davetle sorumlu olduğunu bilmeyenlerden olma diye emreder. Davetçiye Rabbimiz, sınırının nereye kadar olduğunu bildirmektedir. Siz almak istemeyene asla veremezsiniz.

       Davetçi fayda ve zarar verme gücüne sahip değildir. Sadece hatırlatıcıdır. 

       “De ki, ben size kendiliğimden ne bir zarar, ne de bir fayda yapma kudretine sahip değilim.” (Cin/21) Tüm fayda ve zararların sadece Rabbimize ait olduğunu, önce davet eden bilecektir. Allah c.c. dilemese onun daveti ne fayda ne de zarar verebilir. Davet edilende bilecek ki, kabul etmedikçe ve hakka mutlak olarak ve şartsız itaat etmedikçe davetten fayda bulamayacaktır. Hakta ve batılda olmasının kendi tercihiyle olduğunu bilecektir. Davetçiye kızması, kınaması kendi zararını artıracaktır. Peygamberin fayda ve zarar veremem dediği bir yerde, nice sığınıp gözeten bildikleri veli, yardım istedikleri gavs ve kainatta tasarruf hakları olduğuna inandıkları kutupların kendilerine tabi olanlara fayda ve zarar verdiklerine, islam adına inanılmaktadır. Böyle düşünlere “deki” emriyle, fayda ve zarar sadece Allah’a aittir denilmesi emredilir. 

       İnsanları kurtuluşa davet eden davetçinin de kurtarıcısı ve sığındığı sadece Allah’dır. Davetçi bu bakışta olmalıdır. “De ki, doğrusu beni Allah’dan kimse kurtaramaz. Ve ondan başka bir sığınak da asla bulamam.” (Cin/22) Davetçide, davet edilende mutlak yaratıcılarına ve onun Rahman oluşuna, yöneten Rab oluşuna, itaat edilen İlah oluşuna, Rezzak oluşuna, Malik ve Melik oluşuna, sığınılıp yardım istenilen Veli ve güvenilen Vekil oluşuna, yani tüm isim ve sıfatlarına muhtaçtır. Sonuç olarak “Mü’minlere nasihat et, öğüt ve nasihat onlara fayda verir.” (Zâriyât/55) ayeti gereği nasihat inananlara yapılırken, hakkı kabul ve itaate davet etmek genel insanlara yapılacaktır. Dolayısıyla davet ayırım yapmaksızın herkese yapılacak, hidayet ise sadece isteyenlere ulaşacaktır.

  • Kalpleri Ürperip, İmanları Artanlar

    Kalpleri Ürperip, İmanları Artanlar

           “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Allah’ın ayetleri onlara okunduğu zaman imanlarını artırır.  Ve sadece Rablerine tevekkül ederler.” (Enfal/2)

           Her inanç sahibi kendisine hükmeden, yöneten, yardım eden, koruyup gözeten kabul ettiklerine sığınır, savunur ve desteklerler. Onların sözlerini işittiklerinde ve yazdıklarını okuduklarında heyecanlanır, duygulanır ve uyma gayretinde olurlar. Kalben sevdiklerine ve övdüklerine itaat etme çaba ve gayretinde olurlar. 

           Siyasi lider ve önder kabul ettiklerinin sözleri ve yaptıkları karşısında hayran olur, emirlerine itaat etme gayreti gösterir, onları, yasalarını ve yaptıklarını överler, severler ve desteklerler. Onların çıkarttıkları hüküm ve yasalar o kişinin dini olur. Emreden ve hükmedip yönetenler rableri ve itaat ettikleri ve teslim olarak tabi oldukları da ilahları olur. Din adına veli, gavs, kutup, hoca edindiklerinin sözlerini, yazdıklarını ve davranışlarını doğru, hatasız, yaptıkları sorgulanmaz ve övülmeye ve sevilmeye değer kabul ederler. Elbette birilerine böyle bakılırsa, onlara koşulsuz itaat edip teslim olmak kaçınılmazdır. Hatasız kabul ettiklerini mutlak hükmeden, emreden, helal ve haram ölçüsü belirleyen kabul ederek onları rab edindikleri gibi, mutlak itaat edip teslim olarak da ilah edinirler.  Onlara güvenirler, yardım isterler ve yardım beklerler, sığınırlar, koruyup gözettiklerine inanarak onları Allah’dan başka veli edinirler. Hem dünya hayatları, hem de ahiret hayatları için yardımcı ve kesin şefaatçiler edinirler. Dünya ve ahiretlerini onlara güvenip teslim ettiklerinden dolayı onları vekil edinirler. Tüm bunlar Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanıyamadıklarındandır. Kitabın asıl iniş amacını ve hayatın tüm alanlarında uyulması gerektiğini ve Rasulllah’ın da (s.a.s.) örnekliğinin yine hayatlarının tüm alanlarında tek örnek ve önder olduğunu tam olarak kavrayamadıklarındandır. 

           Allah’ı hakkıyla tanıyamadıklarından dolayı tarih boyunca toplumların yaptıkları hataları bugünkülerde yaparak, Allah’u teâlâ’nın yerini başkalarıyla doldurmaya çalışırlar. Allah’ı över ve sever gibi onları över ve severler. Gündemlerinden siyasi liderlerini ve din adamlarını düşürmezler. Kınadıkları toplumların hatalarını kendileri de yaparlar, fakat bunların yaptıkları haddi aşmalar ve sapkınlıklar kendilerine sevimli gelir. Allah’ın rızasından değil de, lider ve veli edindiklerinin rızasını kaybetmekten korkarlar. Allah’ın şefaat etmemesinden değil de, veli ve gavslarının şefaat etmemelerinden korkarlar. Allah’ın korumasından değil de, gavsalarının ve kutuplarının korumasından uzak kalmaktan korkarlar. 

           Hak ile batılın tabileri her dönemde oldu ve olmaya devam edecektir.  Siyasi ve din adına batılda olanlar yaşadıkları yolları ve önderlerini sevecek, destekleyecek ve savunup koruyacaklardır. Bunun karşısında hak da olanlarda, hakkın sahibi olan Rablerini ve hükümlerini sevecek, savunacak destekleyecek ve itaat edeceklerdir. Bu iki tarafında dinleri, hükmeden rableri ve itaat ettikleri ilahlarıdır. 

           Rabbimiz, gerçek mü’minlerin hak karşısındaki tavrını ayetiyle bildirmektedir. Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Hükmedip yöneten, eğitip terbiye eden Rab anıldığı zaman kalbleri ürperir. İtaat etme ve teslim olmada, çok sevip övmede ilah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Sığınıp yardım istemede, koruyup gözetmede,  emredip yönetmede veli ve vali isimler anıldığında kalpleri ürperir. Hayat teslim edilerek güvenmede vekil olarak anıldığı zaman da kalpleri ürperir. Hayatlarının tek sahibi mâlik, tek yöneten melik olarak anıldığı zaman da kalpleri ürperir. Yani Allah’u teâlâ’nın tüm isim ve sıfatları anıldığı zaman kalpleri ürperir. Kul olduklarının, her an imtihan olacaklarının, ruhlar âleminde verdikleri Rab sözünün ve ahirette ki hesabının sorulacağının bilinciyle hareket ederler. Allah’ın adı anıldığında kalpleri ürperir, çünkü bu onlara mesuliyetlerini, Rablerinin yüceliğini ve kendilerinin acizliğini onlara hatırlatır. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hesap vereceklerinin heyecanıyla bir ürperti içindedirler. Ölümden korkan, köşe bucak kaçanlar, tedbir üstün tedbir almaya çalışanlar, Peygamberlerin ve ashaplarının endişe duyduğu ölüm sonrası hesaptan korkmazlar. 

           Yine mü’minlere, Allah’ın ayetleri onlara okunduğu zaman imanlarını artırır. İman, tasdik etmek ve doğrulayıp güvenmektir.  Güvenip hayatlarını teslim ettikleri Rablerinin her ayeti onlara hatırlatıldığında veya onlar okuduğunda imanları, yani Rablerine olan güvenleri artar.  Her bir ayeti duyduklarında koşulsuz tasdik edip, sorgusuz, ama fakat demeden tasdik edip güvenerek hayatlarını teslim ederler. Bu onların Kur’an’a olan güvenlerinin yani imanlarının bir sonucudur. Allah’ın kitabına güvenmeyenler, kendilerine yeni yasa, görüş, fikir, düşünce belirlerler veya belirleyenleri kabul ederler. Allah’ın hükümlerinin yerine kendi hükümlerini geçirirler ve O’nunla hüküm yarışına kalkarlar. İmanlarını artırması ve güvenmeleri gereken Kur’an ile kendi hevâları olan hükümler arasında tercih de bulunurlar. İnsanların tercih ve yaşantılarına bakıldığı zaman kimin yasaları, hükümleri, görüş ve düşünceleri kabul edilmiş, hayatlara sokulmuş, desteklenip savunulmuş anlaşılacaktır. Hayata sokulan hükümler sevilmiş, övülmüş ve yaşamaya değer bulunmuştur. Hayata sokulmayan ise değersiz, olsa da olur olmasa da olur görülmüştür. Ne yazık ki, Kur’an niceleri tarafından sadece okuma, ezberleme ve tartışma kitabı haline dönüştürülmüştür. Elbette Rabbimiz iman edenlerle iman etmeyenleri bu ayetiyle birbirinde ayırmıştır. Sadece Allah’a güvenip hayatını teslim eden mü’minlerin vasfını bildirerek, Allah’ın adını duyduklarında kalpleri duygulanır, heyecanlanıp ve ürperir. O’nun ayetleri onlara okunduğu zaman güvendikleri Rablerine karşı imanları artar. Yani Allah’a olan güvenlerinde yeni bir ayet duyduklarında daha fazla güven oluşur. 

           Yine bu mü’minler sadece hayatlarına hükmedip yöneten Rablerine tevekkül ederler. Güvenip itaat edecekleri, hayatlarını teslim edecekleri vekil, sadece Rableri olan Allah’u teâlâ’dır. Tevekkül, hayat için birine güvenme, hayatını çekip çevrilme işini teslim etmedir. Siyasi ve din adına hem dünya hem de ahiretleri için vekil olarak sadece Rablerini seçenler ancak mü’minlerdir. İnandığını söyleyen herkes neyle, kimin adıyla heyecanlanıp, duygulanıyorsa, kimin sözleriyle güven içinde kendilerini hissediyorlarsa, bu onların rab ve ilahları, veli ve vekilleri olmuştur.  Kimin adı ve sözü sizin gündeminizde ise, onu değerli görmüşsünüzdür. Kimin yazdıkları, sözleri, konuşmaları sizi harekete geçiriyorsa, sevmenize ve övmenize sebep oluyorsa, o sizin ilah ve rabbiniz olmuştur. Toplumlar bilinçli ve bilinçsiz Allah’dan başkalarının adıyla kendilerini güvende hissederler, sözleriyle heyecanlanırlar. Dünyada her din mensubu, inanç sahibi siyasi ve dini lider ve tabi olduklarına aynı muameleleri yaparlar. Hindu, Budist, Yahudi, Hıristiyan her inanç sahibi Allah ile hükmetme ve yönetmede yarıştırdıklarına mutlak itaat ederler. Onların isimleri, sözleri karşısında duygulanır ve heyecan taşırlar. Onları gündemlerinden düşürmezler. 

           Onların yaşamları, inançları aynı ve benzer olarak İslam toplumunda da yapılmakta ve dinden diye savunulmaktadır. Diğer din mensuplarının yaptıklarını sapıklık, şirk, küfür görenler, kendi yaptıklarını hak ve sevap sayarlar. İşte bu şekilde sapanların kurtulması zordur. Çünkü Allah ile savaşan ve yarışanlar, kendilerince de Allah’ın rızasını ararlar. Allah için denilerek, Allah ile hüküm yarıştırma ve yarıştıranları savunup destekleme ciddi bir hastalığın bir sonucudur. Dinin sahibi bellidir ve belirlediği din de ilk günkü gibi korunmuştur. Rasulullah’ın (s.a.s.)döneminde iman ve İslam ne ise, bugünde aynıdır. Siyasi ve din adına yeni yollar arayan, belirleyen, gizli ve gaybi bilgilerle oluşturulduğuna inanılan yollara uyanlar, yeni din oluşturmuş ve yeni ibadet şekli belirlemişlerdir.  Bu hayatın tüm alanlarını güvenerek âlemlerin Rabbine teslim etmemelerinin bir sonucudur. Mü’min ve Müslüman ise hayatın tüm alanlarında hükmeden ve yöneten Rab olarak Allah’a güvenen, O’nun hükmü olan Kur’an’a güvenen, örnek kıldığı Rasulün şahidliğine güvenen ve teslim olup itaat edenlerdir. 

  • İbadet

    İbadet

          İbadet: itaat ve kulluk etmek, boyun eğmek, kendini aşağılamak, alçaltmak, tapmak anlamlarınadır. Abd, köle olmaktır. Ubudiyet, Allah’a boyun eğerek gönülden itaat etmek, O’na yönelmektir. İbadet, kişinin kendine hükmedene itaat edip köle olmasıdır. İbadet, itaat edilenin razı olacağı işleri yapmaktır.

           Din, itaat ve ibadetin belirlenmiş ölçüleridir. Hükmedip din belirleyen rabdir. Rab olanın hükmüne boyun eğip gönülden itaat etmek ibadettir. İtaat ve ibadet edilip gönülden bağlanılan ilahtır. Dolayısıyla itaat ve ibadet kime yapıldığı bu manada çok önemlidir. İnsanlar farkında olmadan Allah ile insanlar arasında hükmetme ve itaat ve ibadet etmek konusunda bir yarış halindedir. Dünya insanı Allah’ın son kitabını hayatlarına sokmamakta direnmektedirler. Kur’an’ın asıl iniş amacını anlamayanlar kitabın tamamına itaat ve ibadet edememektedirler. 

           İbadet, normalde kulun Allah’a saygı, sevgi ve itaatini göstermesi, O’nun kendisinden razı olmasını istemesi niyetiyle yaptığı tutum, davranış iken, niceleri siyasilere ve din adamlarına bunları yapmaktadırlar. İnsan hayatı bütünüyle fiil ve amellerden oluşur. Ferdi, ailevi, cemaat halinde ve devlet olarak insanlar her halde itaat ve destek olup vesile halindedirler. Bu itaatlerin ölçüsünü kimin belirleyeceği ve kime yapılacağı önemlidir. 

           İnsanlar tarih boyunca üstün ve ayrıcalıklı olma, birini sevme, yardım isteme ve bekleme, sığınma, korku duyma, aciz kalma, dünya menfaatlerine ulaşma, sıkıntı ve zarara uğramama ve ahirette ebedi kurtuluşa ermek için kendisinden daha güçlü kabul ettiğine yönelir ve itaatle ibadet eder. Bunu ya yaratıcısı olan Allah’a yaparlar, ya da siyasi ve din adına belirledikleri veli ve gavslarına yaparlar. Tarih boyunca toplumların sapma sebepleri bunlar olmuştur. 

           Toplum ibadet denilince namaz, oruç, hac, zekât gibi bazı ibadetleri kabul eder. Bunları yaptı mı kendini en iyi itaat eden, yani Müslüman kabul eder. Müslüman, itaat ve ibadet edendir. İslam, itaattir. İnsanlar ayaktayken, otururken ve yan üzere yatarken, ayette bildirildiği gibi her ne halde ise, ne yapıyorsa itaat halindedir. Bunlar Allah’ın belirlediği ölçüye ve Rasulullah’ın örnekliğine göre yapılırsa bu itaat Allah’a yapılmıştır. Allah’ın kabul edeceği ibadet ve itaat de budur. 

           “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk (itaat) etsinler diye yarattım.” (Zâriyât/56) 

           Her insanın mutlak yaratılış amacı, yaratıcısı olan Rablerine hayatın tüm alanlarında itaat etmesi ve teslim olup boyun bükmesidir. Dünya insanı bunun tam farkında olmadığı gibi unutmuştur da. Cinler ve insanlar akıl ve irade sahibi olan varlılardır. Diğer canlılar yaratılış amaçlarına uygun hareket ederler. Akıl ve iradesi olanlar da kendi tercihleriyle yaratıcılarına itaat ederler. İnsanın Rabbine itaat edip kulluk yapması için yer ve gökler düzenlenmiş, insanın istifadesine sunulmuştur. Her yaratılan varlık bir amaç için yaratılmıştır. O amaca uygun kullanılırsa Allah’a itaat edilmiştir ve bu bir secdedir.  

           Kulluk, itaat ve ibadet denilen teslimiyet, bir emredenin emrine göre yaşamaktır. Bu hayatın tüm alanlarında kime itaat edildiğiyle alakalıdır. Siyaset, hukuk, ekonomi, eğitim, helal ve haramlar, ahlak, ibadet, iman esaslarını kim belirlerse, o Rabdir ve onun hükmüne itaat edilmekle de ilah edinilmiş olur. “Ancak bana kulluk edin” yani hayatınızın tüm alanlarında ancak beni ilah kabul edin emredilir. Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanımayanlar O’nun yerini başkalarıyla doldurmaya çalışırlar. Niceleri namaz, oruç hac gibi bir kısım itaatleri yapınca ibadetin tamam olduğunu düşünürler. Oysa ibadet ve itaat hayatın tüm alanlarında yapılanlardır.

           “Ancak Sana ibadet eder ve ancak Senden yardım isteriz.” (Fâtiha/5) 

           Her insan yaratılış gereği birine teslim olup itaat etmek zorundadır. İtaat ve ibadet ya Allah’a, ya da insan hükümlerine yapılır. Tarih boyunca da insanlar çoğunlukla insan hükümlerine itaat etmişler ve etmektedirler. Rabbimiz, ayetiyle ancak kendisine itaat edilmesini ve ancak kendisinden yardım istenmesini inananlardan istemektedir. İnsanların çokları senden başkasına itaat ederler, senden başkasının hükümlerine, yasalarına, görüş ve düşüncelerine göre yaşarlar, onların hevâlarına teslim olurlar. Biz ancak senin hükmüne, emrettiklerine itaat eder ve ancak senden yardım isteriz. Yani ancak sana itaat edip ilah kabul eder ve ancak senden yardım isteyerek veli ediniriz. Çünkü itaat ve teslim olunan ilah, yardım istenilen velidir. 

           “Yemin olsun ki, her ümmete, Allah’a kullu edin, tağuttan kaçının diye bir peygamber gönderdik. İçlerinden bir kısmını Allah doğru yola sevk etti. Diğer bir kısmının üzerine ise sapıklık hak oldu. Yeryüzünde gezip dolaşın da, yalanlayanların akıbetinin nasıl olduğuna bir bakın.” (Nahl/36)

           Rabbimiz ayetinde, itaat ve ibadetin kime yapacaklarını ve peygamberin gönderiliş amaçlarını bildirmiştir. İnsanın vazifesi, hâkimiyeti kendinde görüp hükmeden ve bu hükümleri insanlara dayatan ve itaat ettiren tağutları reddedip, yalnız Allah’a itaat etmeleridir. Hâkimiyeti yalnız Allah’a verip yalnız O’na itaat etmelerini emreder. Peygamberlerini de bunu hatırlatması için göndermiştir. Her davetçide insanlara, Allah’ın hükmü karşısında haddi aşmış ve tağut olmuşları reddedip, yalnız Allah’a itaat etmelerini bildirmek ve hakka davet etmektir. Bu davet karşısında insanların bir kısmını Rabbimiz doğru yola sevk eder, diğerlerine de hakka itaat etmediklerinden dolayı sapıklık hak olmuştur. Tarih nice sapmış ve sonucunda gazaba uğramış, üzerinde tarihi eser diye dolaşılan beldelerle doludur. Zamanın insanları dünden ibret alsınlar ve aynı sapmaları, tağutlukları yapmasınlar diye yeryüzünde gezip dolaşın diye Rabbimiz emredilmektedir. Fakat ibret ve ders alan çok azdır. Bugün dünya insanının yaşantısına bakıldığında geçmişten ders çıkarılmadığı görülecektir. 

           “Allah’a ibadet edin. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.  …”(Nisa/36)

           Allah’a ibadet etmek, Kur’an nasıl bir teslimiyet emretmişse, Rasulullah’da (s.a.s.) nasıl bir örneklik ortaya koymuş ise, hayatın tamamında bunlara yapılan itaat ve teslimiyetlerdir. Allah’a ibadet etmek, siyaseti, hukuku, eğitimi, ticareti, aile ilişkilerini, komşulukları, akrabalıkları, kardeşlikleri, ahlakı v.b. nice alanlarda bir hayat içinde her teslimiyet ve itaatleri kitaba ve sünnete göre yapmaktır. Allah’a itaat ve teslimiyet yapılmayan her hangi bir alanlarda, insan hevâsına, yasasına ve düşüncesine göre hareket edilecek, yaşanılıp itaat edilecektir. Buda Allah’a eş, ortak ve benzer edinmek olan şirktir. Rabbimiz, Allah’a ibadet ve itaat edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın emreder. Çünkü Allah’a itaatin olmadığı yerde kula itaat edilecektir. İnsan hayatının devamı için birine teslim olup itaat etmek zorunluluğu vardır. Bu ibadet olan itaatlerin kime yapıldığı önemlidir. 

           “İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. O halde O’na ibadet edin. O, her şeye vekildir.” (En’am/102)

           Rabbimiz yüzlerce ayette isim ve sıfatlarıyla kendisini kullarına tanıtır. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Yani size hükmedip yöneten, terbiye edip çekip çeviren Rabbiniz olan Allah. Hâkimiyet elinde olup hükmederek yöneten Rab O’dur ve sadece O’na itaat edilmelidir. İtaat edilen de ilahtır. O’ndan başka ilah yoktur, çünkü yaratan sadece O’dur. Yaratan ancak yarattıkları üzerinde hükmetme ve yönetme hakkına, yani Rab olma hakkına sahiptir. İnsan olana düşende yaratıcısına itaat ve ibadet ederek tam bir teslimiyetle O’nu ilah kabul etmesidir. İlah, kalben teslim olunup ibadet kastıyla itaat edilendir. Yaşantıya yön veren kurallar dindir, o kurallara göre yaşamak ibadet ve itaattir. İbadet ve itaat edilen ilahtır. Mü’mine düşen mutlak yaratıcısına itaat ve ibadet etmesidir. Aciz, zayıf ve muhtaç olan insan için güvenip sığınacağı bir vekile ihtiyacı vardır. Allah’u teâlâ’da güvenilecek vekil olarak yeterlidir. 

           İnsanlar Allah’ı hakkıyla tanımadıkları için siyasi ve din adına dünya ve ahretleri için Allah’dan başka güvenip kendileri için vekil seçerler. İnsan yaratıcısını tam olarak tanımayınca O’nun yerini yerdekilerle doldurmaya çalışmaktadır. Bu da onları Allah’a ortak koşma olan şirke götürmektedir. İnsan mutlak olarak tanıdığına güvenir, güvendiğine inanır ve sever ve güvenip sevdiğine itaat eder. Onun hüküm ve görüşlerine değer verir ve hayatını o kurallara göre düzenler. Siyasi ve din adına sevip değer verdiklerini samimi olarak savunur, destekler ve korur. Böylece yeni din, ibadet ve itaat şekli oluşur. Her uydurulan din mensubu da, bu yaptıklarını Allah’ın dininden gibi göstermeye çalışırlar. Bugün her din mensubu ve cemaat diğerini sapıklıkla suçlayıp kendilerini tek doğruda ve cennetlik sayar. İnsanların her yaptıkları itaat ve ibadettir. Bu itaatler ya Allah’a, ya da insan hevâlarına yapılır. Sonuç olarak Allah’a yapılan itaatler cennete, insanların yasa ve fikirlerine göre yapılan itaatlerde cehenneme kişiyi götürür. 

           “Deki, ben dini sadece Allah’a has kılarak, O’na ibadet etmekle emrolundum.” (Zümer/11) 

           Elbette Allah’a güvenen ve telsim olup itaat eden her mü’min ve Müslüman Rablerinin deki emrini önce kendileri için alırlar. Sonra ibadet kastıyla itaat ederek yerine getirirler ve bu emri de etraflarına derler. Deki  ben dini, yani hayat içinde itaat edilecek her mesele de emretme ve itaat etme işini, Allah’a has kılmakla emrolundum. Size de bunu tavsiye ederim. Dini Allah’a has kılmak, hayatın sevk ve idaresi için hükmetme hakkı olan hâkimiyeti sadece O’na vermektir. Dini Allah’a has kılmak, iman, ahlak, siyaset, hukuk, ekonomi toplumsal ilişkilerin tümünde ve ibadetlerde emretme yetkisini sadece Allah’a vermektir.  Dini Allah’a has kılmak, emredip, yöneten, Rab ve itaat edilen İlah sadece Allah’ı kabul etmektir. Dini Allah’a has kılmak, din adına O’ndan başka ölçü belirleyen kabul etmemektir. Dini tam olarak Allah’a has kılmayanların hayatlarına siyasi ve din adına nice emredenler olacaktır. Ve ardından da onlara itaat ve teslimiyet olan ibadet gelecektir.  

           “Tağuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere, evet onlara müjde vardır.” (Zümer/17)

           Tağut; Allah’ın hükmünü hayata sokmayıp, O’nun hükmü yerine kendi hevâlarından hükümler oluşturup insanlara dayatandır. İnsan hayatı için Rabbimizin belirlediği sınırları aşan her kişi ve idarelerdir. Tağuta itaatten kaçınmak, onların yasa ve düşüncelerine göre yaşamamaktır. Onlara hükmetme hakkı vermemektir. Hâkimiyeti Allah’a verenler haddi aşmış olan tağutları reddetmiş ve hayatının sevk ve idaresi için Allah’a yönelmişlertir.  Allah’a yönelmek, emretmede rab, itaat etme de ilah sığınmada veli, güvenmede vekil, yönetmede melik olarak hayatının idaresini Allah’a teslim etmektir. Bu tam bir ibadet halidir. İşte bunlara müjde vardır. Vaad olunmuş cennet müjdesi. 

           “Deki, Allah’ı bırakıp da size herhangi bir zarar ve fayda vermeye güç yetiremeyene mi itaat ediyorsunuz? Halbuki Allah, her şeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir.” (Mâ’ide/76)

           Aslında tarih boyunca Allah’dan başkasına sığınıp yardım isteyenler, dünya ve ahiretleri için istediklerine kavuşmak istemişlerdir. Buda onlara itaate işi götürmüştür. Onlara deki, sizin siyasi ve din adına veli ve gavs edindiklerinizin size ne faydası nede zararı ulaşmaz. Allah’ın takdirinden başkası sizin başına gelemez. Allah ile araya aracılar edinmek, yer ve göklerde hükmetme ve yönetme hakkı vermek, onların etkili olduğunu düşünmektendir. Fayda ve zarar göreceklerine inanılanlara mutlak itaat edilecektir. Onların yasa ve görüşlerine göre hayatlar düzenlenecektir. Buda Allah’dan başkasına itaat ve ibadettir. Oysa her şey işiten ve gören sadece Rabbimiz benim buyururken, veli, gavs ve kutup edindiklerinin kendilerini gördükleri ve her hallerini bilip işittiklerine inanırlar. Bundan dolayı onlardan beklenti içine girerler. Her inancın arka planında bir bakış, düşünce ve niyet vardır. İtaatler ve ibadetler de bu niyet ve düşüncelere göre şekillenir. 

           “Onlar hahamlarını, ruhbanlarını ve Meryem oğlu Mesih’i Allah’dan başka Rabler edindiler. Halbuki onlara, ancak bir olan Allah’a kulluk etmeleri emrolunmuştu. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O, onların ortak koştuklarından münezzehtir.” (Tevbe/31)

           Yahudi ve Hıristiyan toplumların dinlerini nasıl tahrif ettiklerini ve batıl dinlerinde nasıl samimi itaat ettiklerini Rabbimiz bize yüzlerce ayetlerde bildirmiştir. Onların din adamlarını helal ve haram belirleme hakkı verirler. Din adamlarına koşulsuz ve mutlak itaat ederler. Dinden her dediklerini kabul ederler ve onları sorgulamazlar. Ehli kitap Peygamberlerini Allah’ın parçası görüp, onların yerine de din adamlarını çıkarırlar. Oysa peygamberler ve din adamları ancak Allah’a itaat edip kulluk yapmakla emrolunmuşlardır.  Akıllarınca Peygamberlerin ve din adamlarının değerini artıralım derken Allah’ın hakkını onlara verirler. Aynı bakış İslam toplumunda da ciddi bir yer bulmuştur. Nice din adamları Allah ile bir vücutta görülmüş, Allah adına yer ve göklerde tasarruf hakkı verilmiş ve onlara sığınılıp yardım istenmektedir. Rabbimiz, itaat edilecek tek ilah benim ve onların bana eş, benzer ve ortak koştuklarından beriyim buyurur. Ehli kitab ve İslam toplumunda nicelerinin din adına ve ibadet kastıyla ve sevap umarak yaptıkları nice sapmalardan Rabbimiz ben uzağım buyurur. 

           “O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. O halde sen O’na ibadet et ve O’na ibadette sabırlı ol. Hiç O’nun adıyla isimlendirilmiş birini bilir misin? (Onun hiçbir benzeri yoktur)” (Meryem/65)

           Allah’u teâlâ yerde, göklerde ve ikisinin içinde her ne varsa onlara hükmedip yöneten, aşama aşama eğitip terbiye eden, mâlik ve efendi olan, rızıklandıran Rab sadece kendisinin olduğunu bildirmiştir. Yani yarattığı her varlığın hükmedip yöneten Rabbi benim buyurur. Yer ve göklerde kim kendini hükmeden, yöneten, tasarruf hakkına sahip görürse, kendini rab yerine koyar ve Allah ile ortaklığa kalkışır. Onlara itaat eden, hayatına hükmetme hakkı verenlerde onları rab yerine koyup Allah ile ortak kılmışlardır. 

           Peygambere ve tüm inananlara, yer ve göklerin hükmedip yöneten Rabbi olan Allah’ın hükmüne göre yaşa, hayatını düzenleyip itaat et. Rabbe itaat edip teslim olmada, yani ibadette sabırlı ol. Sabırla hakta kalma mücadelesi ver. Rabbimiz isim ve sıfatlarında tek olduğunu bildirerek, “Hiç Onun adıyla isimlendirilmiş birini bilir misin” buyurur. Allah’ın isim ve sıfatları bir başkasına isim olarak verilmese de, hükmetme ve itaat konusunda verilmektedir. Bu ibadet kastıyla yapılan itaat ve teslimiyetlerdir. İtaat edilenler ve itaat şekli savunuluyorsa, bu ibadettir. Ne yazık ki bu sapmaların çoğu din adına yapılmaktadır. 

           “İyi bilin ki halis din Allah’ındır. Allah’ın dışında dostlar edinenler, biz onlara ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz derler. Muhakkak ki Allah, aralarında ihtilaf ettikleri hususlarda hükmünü verir. Şüphesiz ki Allah, yalan söyleyen, kâfir olan bir kimseyi hidayete erdirmez.” (Zümer/3)

           İnsan için en adaletli, en doğru, bozulmamış ve değişmeye ihtiyaç olmayan tek din Allah’ın hükmü olan İslam’dır. Her yasa, fikir, düşünceler ve yaşam şekilleri birer dindir. Rabbimiz de halis olan tek din benimki buyurur. Allah’ın dışında sığınılan, yardım istenilen ve koruyup gözeten veliler edinenler, tarih boyunca hak olduğu ve doğru gördükleri için bunu yapmışlardır. İyi niyetlerle atalarının yolunu takip etmişler ve Allah’a yakın olma niyetleri taşımışlardır. Siyasi alanlarda toplumlar atalarından kendilerine kalan laik ve demokrat yolları bugün de içten, samimi olarak ve severek desteklerler, o yolların devam etmesi için mücadele ederler.  Din adına şirk, bid’a ve hurafe doldurdukları atalarının yaşamlarını sever, savunur ve desteklerler. Siyasi ve din adına eskilerin batıl yollarını devam ettirenler, onlara itaat etmektedirler. Bu itaatleri ibadettir ve Allah’a itaat eder gibi yaparlar. Her topluluk da yaşadıkları hayatlarını hak görmektedir ve bunun için tartışmaktadır. Rabbimiz bu ihtilafın hükmünü kıyamet günü onların arasında verecektir. Atalarının batıl yollarını devam ettirenlerin hak ve İslam adına yapıyoruz demelerinin yalan olduğunu, hakkın üstünü batıl ile örtmelerinden dolayı da kâfir olduklarını bildirmiştir. Bu yolları hak gibi savunmalarından ve yaşamalarından dolayı onlara hidayet edilmeyeceğini Rabbimiz bildirmiştir. Çünkü hidayet değişmek isteyene ulaştırılır. 

           “Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, o’na şüphesiz ki Benden başka hiçbir ilah yoktur. O halde yalnız Bana ibadet edin, diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya/25)

           Din, insanların Allah’dan başkasına itaat edip ilah kabul etmemeleri için gönderilmiştir. Dinin emirlerini bildiren rab, o emirlere itaat etmekte onları ilah kabul etmektir. Peygamberlerin gönderiliş amacı da insanlar sadece Allah’a itaat etsinler, sadece O’nu ilah kabul etsinler içindir. Rabbimiz sadece bana ibadet edin, bana kulluk yapın, benim emirlerime göre hayatın tüm alanlarını düzenleyin, itaat ve teslimiyetinizi benim hükümlerime göre yapın emreder. Her davetçide peygamberler gibi insanlara hayatlarına hükmeden ve yöneten rab, itaat edilen ilahın ancak Allah olduğunu bildirmeleri gerekir.  Ruhlar âleminde verilen ve ahirette de hesabı sorulacak olan rab sözü gibi, la ilahe illallah diyen ve ne dediğini bilmeyen topluma önce bunların bildirilmesi gerekir. Çünkü rab ve ilahlık kime verilirse ibadet, itaat ve teslimiyet ona yapılır.  

           “Ey Âdemoğulları! Ben size şeytana itaat etmeyin, şüphesiz ki o sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin. İşte doğru yol budur, diye emretmemiş miydim?” (Yâsin/60-61)

           Rabbimiz, merhameti gereği yarattığı kullarını uyarmakta, yarın gelecek olan hesap ve ceza için sakındırmaktadır. H.z. Âdem’i cennette şeytana karşı uyardığı gibi, tüm Âdemoğullarını da şeytana karşı uyarmaktadır. Sakın şeytana ve şeytanın yolunda olanlara itaat etmeyin, onların vesvese ve fitnelerine tabi olmayın. Şeytan Allah’ın hükmü karşısında kendi hükmünü, kendi iradesini kullandı. Hâkimiyeti kendinde gördü. Allah’ın hükmü karşısında sakın siz de şeytan gibi kendi hevânıza, kendi fikrinize ve düşüncenize göre hareket etmeyin emredilir. Kendi fikir ve görüşlerine göre hareket edenler şeytana itaat ve ibadet etmişlerdir. Rabbimiz şeytan gibi hevânıza göre değil de, sadece bana itaat edin emreder. Doğru olan yolunda bu olduğunu bildirir. Kıyamet günü de hiçbir kulun biz bilmiyorduk mazereti kalmasın diye de nice hatırlatmalar yapmıştır.  

           “Göklerde bulunan kimselerin, yerde bulunan kimselerin, güneşin, ayın, yıldızların, dağların, ağaçların, hayvanların ve birçok insanın muhakkak ki Allah’a secde ettiğini görmedin mi? Birçoğunun da aleyhine azap hak olmuştur. Allah kimi alçaltırsa, artık onun için ikram edecek bir kimse yoktur. Şüphesiz ki Allah, dilediğini yapar.” (Hacc/18)

           Yer ve göklerde bulunan her varlık kendi haliyle ve hareketiyle hükmeden ve yöneten Rablerine itaat ederler. Güneşin, ayın, yıldızların, görünen ve görünmeyen tüm canlı cansız varlıkların itaat ettikleri tek ilah Rabbimizdir. Her canlının secdesi yaratıcıları olan Rablerine itaatleridir. O’nun hükmüne ve iradesine göre hareket ederler. Faydalısından zararlısına tüm yaratılanlar Allah’a itaat ederler. Akıl ve irade verilip kendi başına hareket edebilen insanlar da iradeleriyle Allah’a itaat ederler. Her itaat birer secde hükmündedir. Rabbimiz insanların bir kısmının Allah’a itaat ettiğini, çoklarının da haktan saptıklarını bildirmiştir. Haktan sapanlar için yardım edecek ve kurtuluşa erdirecek olan kimse yoktur. Çünkü Rabbimiz dilediğini yapacağını bildirmiştir. İnsanın asıl secdesi ve itaati yaratılış amacına uygun hareket etmesidir. Verilen her nimetin yaratılış ve verilir amacına uygun kullanılması, verene bir itaattir. Her uzvun verenin yolunda kullanılması, o uzvun secdesidir. Dil Allah yolunda konuşursa dilin secdesi, akıl Allah yolunda kullanılırsa aklın secdesi olur. Dünde olduğu gibi bugünde çoğunlukla dünya insanı hayatının sevk ve idaresinin hükmünü Allah’a değil de, siyasi ve din adamlarına verirler. Niceleri namazda secdeyi Allah’a yaparken, namaz sonrası itaat ve secdeyi siyasilere ve din adamlarına yaparlar. İnsanın istifadesine sunulan her canlı yaratıcısına itaat ederken, insan bunları yaratıcısına karşı kibirlenerek kullanır. 

           “Kesin olan (ölüm) sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (Hice/99) 

           Rabbimiz, Rasulüne ve tüm inananlara ölüm kendilerine gelinceye kadar hayatlarına hükmeden Rablerine itaat ve ibadet etmelerini emretmektedir. Tarih göstermiştir ki iman ettikten sonra nicelerinin ayaklarını şeytan ve yolunda olanlar saptırmış, ayaklarını kaydırmıştır. Sadece Allah’a güvenip iman edebilmek ve teslim olup itaat ile Müslüman olabilmek önemlidir. Daha da önemlisi, var olan imanın ve İslam’ın bir ömür korunmasıdır. Bu konuda mü’minlerin mutlak olarak Rablerinden yardım istemeleri gerektiği gibi, kitaba ve sünnete hayatlarının tüm alanlarında sarılmaları ve cemaat halinde istişareli hareket etmeleri gerekir. İnsana düşen yaratılış amacına uygun hareket edip, sadece O’na teslim olup, itaat ederek kulluk yapmasıdır. Bu unutulduğunda itaatler ve kulluklar, köle olarak hemcinsleri olan insanlara yapılacaktır. Şeytanı saptıran hevâsı, insanında sapma sebebidir. Çünkü insanlar ve cinler akıl ve iradelerini kullanabilen varlıklardır. Akıl ve iradenin nasıl kullanılacağını ancak yaratan Rabbimiz daha iyi bilir ve irade için hükmeder. Ne mutlu akıl, irade ve hevâsını yaratıcıları olan Rablerine teslim edenlere.         

  • İslâm

    İslâm

       İslam: Boyun eğmek, teslim olmak, itaat etmek, kurtuluşa ermek,  teslim etmek, vermek ve barış yapmak anlamlarınadır. İslam doğruya ve hak olana uymak ve itaat etmektir. İslam, Allah katında hak dinin karşılığı ve özel adıdır. 

           İslam, Allah’a itaat etmek, boyun eğerek teslim olmaktır. İtaatle ilgili her ayet de Müslüman’ı vasıflandırır. İman, tasdik edip güvenmektir ve İslam’ın içinde bir bölümdür. İslam ise iman, ahlak, toplumsal ilişkiler olan muamelat ve ibadetlerde kula emredilen dinin adıdır. H.z. Âdem’den son peygambere kadar gönderilen her dinini adı İslam’dır. Her dinin iman esasları aynıdır. Hâkimiyeti kendinde görüp hükmedenler din belirlemişlerdir.  İslam’ın emirlerinin karşısında çıkarılmış her yasa, görüş, fikir ve düşünce birer dindir. Bunu belirleyen rabdir, o hükümlere itaat etmek onları ilah edinmektir. İslam itaat etmektir, itaat etmek de hükmü belirleyeni ilah edinmektir. İnsan tanıdığına güvenir, güvendiğine itaat eder, güvenip tanıdığını över ve sever. Allah’ı hakkıyla tanımayan, güvenip de itaat edemez.    

           “Şüphesiz ki Allah katında din İslam’dır. Kendilerine kitap verilmiş olanlar, ancak kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ihtilafa düştüler. Kim, Allah’ın ayetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah hesabı çok çabuk görendir.” (Ali İmran/19)

          İnsanı yaratan ve yeryüzünde sorumlu halife kılan Rabbimizdir. Dolayısıyla halife olan insanın yeryüzünü nasıl idare edeceğini, yaratıcısıyla olan ilişkisini, insanlarla ve nefsiyle olan ilişkilerini, aile, cemaat, komşu, akraba, devlet yönetimine varıncaya kadar sosyal hayatı düzenleyen ölçüleri belirleme hakkı da ancak O’na aittir. Çünkü “yaratmak da, emretmekte sadece O’na aittir” ayeti de bunu açıkça bildirir. Dünyada yasa, ölçü, irade belirleme, yani din belirleme hakkı sadece Rabbimize aittir. Allah katında din belirleme Allah’a ait olduğu gibi, ahirette de kabul edilecek din de sadece hâkimiyet kendisine ait olan Rabbimizin belirlediği din olan İslam’dır. Rabbimizin gönderdiği her dinin adı İslam’dır. Sonradan bozulup farklı adlarla anılmakta ve yaşanmaktadır. Yahudi, Hıristiyan ve İslam toplumunun her cemaati kendisini hak, en doğruda olan görmektedir. Rabbimiz, şüphesiz ki Allah katında din İslam’dır, yani sadece Kur’an’ın bildirdiği ve Rasulllah’ın hayatının tüm alanlarında örnekliğini gösterdiği İslam, İslam’dır ve ahirette de din olarak bu kabul edilecektir. 

           Her din mensubu ve her cemaat kendisini hakta görmektedir. Ne zaman hak belli oldu, hakkı gereği gibi yaşayanlar ve anlatanlar ortaya çıktı, diğerlerinin batıl olduğu, yanlış yaptıkları açığa çıktı. Nicelerinin şirk, küfür, bid’a ve hurafe doldurdukları yaşamları açığa çıktı, haset ve sonunda da kin meydana geldi. İlim geldi, hak belli oldu, sonrasında Yahudilerin, Hıristiyanların ve onlar gibi dinlerini bozan İslam toplumunun sapmaları açığa çıktı. Bundan dolayı her dönemde olduğu gibi hakka ve hakkı ortaya koyanlara düşmanlık oluştu. Çeşitli ithamlarla da hak da olanları karalamaya çalıştılar ve çalışmaktadırlar. Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu gerçek ilim belli olduktan, hak açığa çıktıktan sonra onların yanlışlıkları belli oldu ve hasetlerinden dolayı ihtilaf başladı. Hak belli değilken, birileri gizlerken, batılda olanlar kendilerini hak da görüyorlardı. Kim de hak olanı açığa çıkardı, gerçek İslam anlaşıldı, İslam gözükenlerin sapmaları belli oldu ve ihtilaf çıktı. Hak gelince de batıl açığa çıkar ve yok olmaya da mahkûmdur.  

           Hak kendisine belli olduktan sonra batılda ve hatalarında kalmayı tercih edenler inkâr etmişlerdir. Yani hakkın üstünü kendi batıllarıyla, Allah’ı ayetlerinin üstünü kendi yasalarıyla, fikirleriyle örtmüşler ve küfre girmişlerdir. Hakkı anladıktan sonra batılda kalanların hesabının çabuk görüleceği bildirilmiştir. İnsan kendisine verilen zamanı uzun zannetse de.  Ne yazık ki bu uyarıyı çokları üzerlerine almamaktadır.    

           “… Bugün kâfirler, dininiz hususunda ümitsizliğe düşmüşlerdir. Artık onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün dininizi kemale erdirdim. Nimetimi üzerinize tamamladım. Ve size din olarak İslam’ı razı olarak seçtim. …” (Mâ’ide/3)

           Rabbimizin katından gelen İslam’ın son bölümü, son nesiller için gönderildi. Hakkın üstünü batılla, Allah’ın hâkimiyetinin üstünü kendi hâkimiyetleriyle, Kur’an’ın üstünü kendi yasalarıyla, fikirleriyle örterek ve hakkı gizleyerek küfre giren ve kâfir olanlar gerçek mü’minleri saptırmak, yoldan çıkarmak ve dini tahrif etmek konusunda Rabbimizin bildirdiği gibi ümitsizliğe düşmüşlerdir. Sizi haktan saptıramaz ve kendileri gibi yapamasalar da, hakkı yaşamanıza engel olmaya çalışırlar, anlatmanıza ve yaymanıza müsaade etmezler. Rabbimiz onlardan değil de sadece Benden korkun, benim cezamdan, rızamı kaybetmekten, bela ve musibetimden korkun buyurur. Dinin sahibi olan Rabbimiz, dinin korunmasını üstüne almıştır. İnananlara düşen korunmuş olan dini yaşamaları ve anlatmalarıdır. 

           Kıyamete kadar insanın hayatına hükmedecek ve yeterli olacak ölçü belirlenmiştir. Dolayısıyla insan için de din tamamlanmıştır. Rabbimizde, bugün dininizi kemale erdirdim buyurarak yeni yasa ve fikirlere gerek bırakmamıştır. Din, yani ölçü ve yasalar insan için gereklidir ve Rabbimizde dininizi tamamladım, size lazım olan yasaları, hayat programını seçtim, beğendim ve en mükemmel hale getirdim buyurur. Yani insan için en güzel,  en adaletli ölçü insana verilmiştir. Dolayısıyla insan hükmünden çıkan yasa, fikir, görüş ve düşünce eksik, noksan, yetersiz ve değişkendir. Allah ile hüküm yarıştıranlar, kendi yasa ve hükümlerini en adaletli görenler, batıl dinlerini kemale ermiş, mükemmel kabul etmişlerdir. Rabbimiz, insanın ihtiyacı olan hak nimetini tamamladığını ve yeryüzüne halife olarak seçtiği kulları için İslam’ı din olarak, yasa ve ölçü olarak seçtiğini bildirmiştir. 

           Âlemlerin Rabbi insan için hayat programı olan İslam’ı din olarak seçecek, insanlar İslam’ı hayatlarına sokmayacak, niceleri sadece okuyup bırakacak, niceleri Rabbimizin seçtiği hükmü tartışma kitabı yapacaklar. Dünya insanı kendisi için seçilmiş, mükemmel kılınmış olan Kur’an’ı bir tarafa bırakacak, yaratıcıları olan Allah ile hâkimiyet yarıştıracak, irade ortaya koyacaklar, sonra da merhamet umacaklar. Başlarına gelen musibetleri gazap değil de, tabiat olayı görecekler. Allah’ı hakkıyla tanımayanlar ne yazık ki gazabından da emin gözüküyorlar. 

           “Öyle değil. Kim iyilik yaparak kendini Allah’a teslim ederse, onun mükâfatı Rabbinin katındadır. Onlara korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Bakara/112)

           Kendini Allah’a teslim etmek, hayatın tüm alanlarında hükmetme ve yönetme hakkını Rab olan Allah’a vermektir. Siyasetini, eğitimini, hukukunu, ticaretini, iman, ahlak, toplumsal ilişkiler ve ibadetlerde Allah’u teâlâ’nın iradesi olan Kur’an’a göre düzenlemek, kendini Allah’a teslim etmektir. Yani kendini Allah’a teslim etmek Müslüman olmaktır. İslam teslim olup itaat etmektir. Hayatı birine teslim etmek, ona güvenin sonucudur. İman güvenmektir. Güvenilen de vekildir.  

           Kim Kur’an’ın belirlediği ölçülerde ve Rasulullah’ın hayatının tüm alanlarında ortaya koyduğu örnekliğe göre yaşarsa iyilik edenlerden olur. Rabbe kendini teslim etmek, Kur’an’a göre yaşamaktır. Rasulullah’ın (s.a.s.) yaşadığı gibi yaşamak iyilik yapmak ve Allah’a teslim olmaktır. Rasule itaat eden ve tabi olan Allah’a itaat etmiştir. İşte bunların hayatlarının tüm alanlarında Allah’a ve Rasulüne itaatlerinin karşılığı olan mükâfatları ise Rableri katındadır. Hâkimiyeti sadece Rablerine verenlerin yaptıklarının karşılığı ancak ahirette alınacaktır. Hüküm koymayı birine teslim etmek din belirleme hakkı vermektir. Hüküm belirlemeyi Allah’a vermek, İslam’dan razı olup yaşamaktır. Ahirette üzülmeyecek olanlar ancak bunlardır buyurur Rabbimiz.   

           “Bir zamanlar Rabbi ona, teslim ol dediğinde, İbrahim, Âlemlerin Rabbine teslim oldum demiştir.” (Bakara/131)

           Her peygambere gönderilen din İslam’dır. H.z. İbrahim’de Rabbe olan teslimiyetiyle İslam’ın güzel bir örneği olmuştur. Rabbimizde nice ayetleriyle h.z. İbrahim’in hayatından Kur’an’ın her  okunduğu zamana güzel örneklikler sunmuştur. Yaklaşık dört bin sene önce yaşamış olan ve Rabbe olan teslimiyetiyle güzel bir örneklik ortaya oyan h.z. İbrahim’e Rabbimiz “teslim ol”, yani sadece bana itaat et, hâkimiyeti yalnız bana ver, benim yasalarıma göre hayatını düzenle buyurmuştur. Bana teslim ol, yani sadece beni ilah kabul et demektir. İtaat edilip teslim olunan, ilahtır. 

           Rabbi İbrahim’e teslim ol, yani Müslüman ol dedi. Rab, hükmedip, yöneten, eğitip terbiye edendir. Dolayısıyla Rabbimiz h.z. İbrahim’e, hayatını hükmedip yönetme ve terbiye etme işini bana teslim et buyurur. Bu teklif karşısında elbette h.z. İbrahim, “âlemlerin Rabbine teslim oldum demişti”. Âlemlerin Rabbi, yarattığı tüm varlıklara hükmeden, ölçü ve yasa belirleyen, yöneten, aşama aşama terbiye eden ve rızıklandırandır. Yahudiler, Hıristiyanlar, Mekke şirk toplumu ve kendisini İslam’a nisbet eden İslam toplunun çokları kendilerini İbrahim’in yolunda görürler. Şirk, küfür ve haram içinde olanları bu söylemleri Allah’a ve h.z. İbrahim’e iftira ve yalan isnat etmektir. Şirk, küfür ve haram doldurdukları hayatlarını h.z. İbrahim’in hayatıyla bir tutmaları iftira ve yalandır. Âlemlere hükmedip yöneten Rabbimiz bunların yaşadığı gibi bir peygamber gönderdi ve örnek mi kıldı? Rabbimiz h.z. İbrahim’e Müslüman ol, İslam’ın hükmüne teslim ol, itaat et ve beni ilah kabul et buyurur. H.z. İbrahim de ateşe atılma ve yurdunu terk etme pahasına, eşini ve çocuğunu ıssız Mekke de bırakma ve oğlu İsmail’i kurban etme pahasına ve nice teslimiyetlerle verdiği sözün gereği olan teslimiyet ve itaati yerine getirmiştir. Ve kıyamete kadar gelecek olan Müslümanlara da nasıl bir teslimiyet ortaya konulacağının örnekliğini ortaya koymuştur.    

           “Kim iyilik yaparak yüzünü Allah’a çevirirse, muhakkak ki o en sağlam kulpa sarılmıştır. İşlerin sonu ancak yalnız Allah’a varır.” (Lokman/22)

           Kur’an’a göre yaşayan, Rasulullah’ın örnek ve şahid olarak ortaya koyduğu İslam’a teslim olan ve itaat ederek yaşayanlar iyilik yapmış, yüzlerini, yani hayatlarını Allah’a çevirmişlerdir. Yüzü Allah’a çevirmek, hâkimiyeti ve yönetmeyi, eğitip terbiye etmeyi Rab olan Allah’a vermektir. Din olarak İslam’a hayatın tüm alanlarında itaat edip teslim olan yüzünü Allah’a çevirmiş ve Müslüman ismini almıştır. Ancak bunlar en sağlam kulp olan İslam’a, yani Kur’an’a sarılmışlardır. Her din mensubu, her cemaat kendini ve bulunduğu topluluğu en sağlam yolda, sağlam kulp olan İslam üzere görmektedir. Kur’an’ı ezberleyen, çokça okuyan, kitabı sadece kabul ediyoruz deyip bırakanlar, Kur’an’ı hayatlarına sokmayarak sağlam kulpa yapıştıklarını düşünürler. Kendilerince din belirlerler, istediklerini cennete ve cehenneme sokarlar. Oysa Rabbimiz dinin hükmünü belirlemiş, kim İslam’ı yaşamış, kim de kendi hükmüne göre yaşamışsa, bütün bu yapılan işler Allah’a varacaktır buyurur. Bu bilinçle hareket etmek ve konuşmak gerekir. İslam adına konuşan daha da dikkat etmelidir. Ya dinden konuşur, ya da din oluşturur. 

           “Deki; Rabbim tarafından bana apaçık deliller gelince, sizin Allah’dan başka itaat ettiklerinize itaat etmem elbette ki bana yasaklandı ve âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum.” (Mü’min/66)

           Rabbimiz, “deki” ayetleriyle hakkı kabul edenlere emirde bulunmaktadır. Neleri ve kimlere ne denileceğini, nasıl denileceğini ve denilmesi gerekenleri bildirmiş. Önce demesi gereke kişiye ameli emretmiştir. Her emrin ilk muhatabı Rasulullah (s.a.s.) ve sonra tüm inananlardır. Deki, emri ilk Rasulllah’a, sonra da mü’minleredir. Hâkimiyet ve yönetip terbiye etme hakkı kendisine ait olan Rabbimiz ,nelerin denilmesi gerektiğinin bir kısmını bu ayette bildirmiştir. Deki, Rabbim tarafından apaçık deliller geldi, sizin Allah’dan başka itaat ettiğiniz, rızasını aradığınız, övüp sevdiğiniz siyasi ve din adına oluşturup tabi olduklarınıza tabi olmam, itaat etmem. Bu bana yasaklandı. Ben ancak tüm kâninata hükmedip yöneten Rabbe itaat edip teslim olmakla, yani Müslüman olmakla emrolundum. Âlemlere hükmedip yöneten Rab olan Allah c.c. bana din olarak İslam’ı seçti, bende o dine itaat ederek teslim olmuş Müslüman’ım. Din olarak İslam’ı kabul eden, güvenen mü’min, kabul edip güvendiği İslam’a teslim olan, hayatın tüm alanlarında itaat edenler ise, Müslüman’dır. 

           “Deki; bana sizin ilahınızın yalnız tek bir ilah olduğu vahyolunuyor. Artık sizler Müslüman olan kimseler misiniz?” (Enbiya/108)

           Deki, bana itaat etmeniz gereken, hayatınızda vazgeçemeyeceğiniz ilah’ın bir ilah olduğu bildirilmiştir. İtaat edip, teslim olacağınız, övüp seveceğiniz, tek ilah Allah’u teâlâ’dır. Rasulullah (s.a.s.) bu bana bildirildi, bende size bildiriyorum demiştir. Bizde aynı şekilde etrafımıza sizin itaat edeceğiniz, hayatınızda uyacağınız, yücelteceğiniz tek ilah Allah’u teâlâ’dır diyoruz. Bunu anladınız ve kavradınız,  artık sizler Müslüman olan, sadece Rabbe teslim olan Müslümanlar mısınız? İnsan olandan, aklını kullanandan beklenen, hakkı anladıktan sonra itaat ederek Müslüman olmasıdır. 

           “Azap size gelmeden önce Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun. Sonra yardım olunmazsınız.” (Zümer/54)

           İslam, kulun yaratıcısına itaat edip teslim olacağı dindir. Dinin hükmünü belirleyen Rabdir ve size din belirleyen Rabbinize yönelin, hayatınızı düzenlemek konusunda O’na itaat edin. Rabbe yönelmek ve itaat etmek yaratanı İlah kabul etmektir. Firavun, Mısırda hâkimiyet bana ait, hükmeden ve yöneten rab ve melik benim ve bana itaat edecek ve ilahının da ben olacağım demişti.  Firavun ve benzerlerinin bu söylemlerini bu güne taşımayanlar, hakkın üstünü örtmüşlerdir. Allah’u teâlâ’yı yaşarken rab ve ilah kabul edip itaat etmezseniz, ölüm sizi bulur ve azaba düşersiniz. Bu başınıza gelmeden, İslam’a teslim olun, Allah’ın hükmüne, iradesine itaat edin ki, Müslüman olasınız. Sonra ahirette kimse size yardım edemez, veli ve vekil olamaz. Kimsenin şefaat vaadleri, kurtuluş söylemleri size fayda sağlamaz. Sizin kurtuluşunuz, bugün yaptığınız tercihlerinize bağlıdır. Kurtuluş İslam’da ve sizin haktan yana olan tercihinizdedir. 

           “Kim İslam’dan başka bir din ararsa, o din ondan asla kabul edilmeyecektir. O âhirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Ali İmran/85)

           İslam’dan başka din aramak, hayatına hükmedecek ve itaat edeceği yasa, hâkimiyeti kendinde görüp yasa, kural, ölçü belirleyecek din aramıştır. İslam’ın karşısında çıkarılmış her kural, yasa, töre birer dindir. Hayatı düzenleyen her görüş, hüküm ve fikir birer dindir. Dinin sahibi ve tek hükmedip ölçü belirleyicisi olan Rabbimiz, kim İslam’dan başka hayatını düzenleyecek yasa ve kural tercih ederse, o yasalarla yaşarsa, ondan bunu kabul etmeyeceğini bildirmiştir. Rabbimiz kendi hükmünden başka hüküm tercih edip yaşayanların hiçbir amelini kabul etmeyecek ve ahirette de onların hüsrana uğrayacaklarını da bildirmiştir. Onlar ahirette kesin kurtulduk bakışındalar, oysa Rabbimiz bunların hüsranda olacaklarını bildirmiştir. Ne yazık ki çok az kimse hariç bu ayeti üzerine almamaktadır.  

           “İbrahim, ne Yahudi, ne de Hıristiyan’dı. Fakat o, hakka yönelmiş bir Müslüman’dı ve müşriklerden olmadı.” (Ali İmran/67)

           Yahudi, Hıristiyan ve İslam toplumunun da sapmış nice topluluklar kendilerini h.z. İbrahim’in yolunda görmektedirler. Oysa Rabbimiz onların bu sözlerini yalanlamış ve İbrahim Rabbe teslim olmuş, hayatının tüm alanlarında İslam’a itaat etmiş Müslüman’dı buyurur. H.z. İbrahim gibi hayatının tümünü Allah’a teslim edip itaat ederek Müslüman olmayanların, şirk koşarak müşrik olduklarını Rabbimiz bildirmiştir. Hayatlarının bir bölümünde Allah’a itaat ederler, çoklarında da insan hevâlarına, yasalarına itaat ederek Allah’ a ortak edindiklerini ve müşrik olduklarını bildirmiştir. 

           “(Ey Muhammed) Bedeviler; iman ettik dediler. Deki, iman etmediniz, siz ancak teslim olduk deyin. Çünkü iman kalplerine henüz girmemiştir. Eğer Allah’a ve Rasulüne iman ederseniz, Allah amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Şüphesiz ki Allah, çok affedendir, çok merhamet edendir.” (Hucurât/14)

           İslam’ın ve İslam’a itaat eden Müslümanların gücüne teslim olan Arap toplumu, yani bedeviler, bizde mü’min olduk, Allah’ı kabul edip güvendik demişlerdi. Rabbimiz onların bu sözleri karşısında, onlar daha Allah’a gereği gibi güvenip iman etmediler. Güvenme işi kalplerine tam yerleşmedi. İslam’ın ve Müslümanların gücüne teslim oldular. Onlar güce teslim olan Müslimler buyurdu Rabbimiz. Bugünde Allah’u teâlâ insanları sınayıp denediğinde, imtihanlardan geçirdiğinde, hastalıklarla denediğinde ve nicelerine gazap ettiğinde bu güce teslim olurlar. İslam gibi gözükmeleri korkudan dolayıdır. Allah’a tam güvenen mü’min değildirler. Dünya huzurları kaçmasın,  geçim sıkıntısı çekmesinler ve ahiretleri de az bir ibadetle, iyi niyetlerle garanti olsun bakışında olanlar, var olan durumlarını değiştirmek istemezler. Bedevi Arapların zorda kaldıkları zaman, biz de iman ettik dedikleri gibi, bugünde aynı söz ve tavrı İslam toplumu ortaya koymaktadırlar. Bizde mü’miniz diyenler iman nedir bilmez, imanın Allah’a kitabına ve peygamberine güvenmek olduğunun da farkında değildirler. Rabbimiz, imanı anlamayan, gereğini yapmayanlar için, iman kalplerine tam yerleşmemiştir buyurur. 

           İman iddiasında bulunanlara Rabbimiz, eğer Allah’a ve Rasulüne iman ederseniz, Allah amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Allah’a iman, isim ve sıfatlarını bilip sadece O’na has kılmak, güvenip tasdik ederek O’na siyasi ve din adına hiçbir şeyi ortak, denk ve benzer tutmamaktır. Rasulullah (s.a.s) yaşayarak nasıl bir örnek ve şahidlik oluşturmuşsa güvenip tasdik ederek tüm hayatını o örnekliğe göre yaşamaktır iman ve İslam. İşte Rabbimiz, bunları affedeceğini ve merhamet edeceğini bildirmiştir. İslam insanların kendilerince anladıkları, atalarından kalan eksik bilgilerle değil de, Allah ve Rasulünün ortaya koyduklarıdır. Hakka gereği gibi itaat edilmez ise, herkese ve her cemaate göre İslam ortaya çıkacaktır. Her grup da kendi tabi olduğunu savunacak, yayacak ve koruyup destekleyecektir. Farkında olunmadan İslam adına nice yeni dinler ortaya çıkacaktır. Hevâlar ilah görülünce, sapmalarda kaçınılmazdır. 

           “Deki, ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda eşit olan bir söze gelin. Yalnız Allah’a itaat edelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da bir kısmımız diğerini Rabler edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse deyin ki, şahid olun, şüphesiz ki biz Müslümanlarız.” (Ali İmran/64)

           Deki, ey kitap ehli! Ey kendisini bir kitaba nisbet edenler! Bizde kitaba inanıyoruz, bizim de kitabımız diyenler. Öyleyse gelin bu kitabın bildirdiği gibi mü’min ve Müslüman olalım. Her kitap imanın ölçüsünü aynı bildirmiştir. Her dinde, her cemaatte, her mezhep de imanın ölçüsü değişmemiştir. Dolayısıyla imanda önce birleşelim. Allah’a, kitabına ve peygamberine iman edilmişse, gelin o zaman sizinle bizim aramızda eşit olan la ilahe illallah da buluşalım. Allah’dan başka itaat edilen, çok övülüp sevilen tüm ilahları reddedelim. İsim ve sıfatlarında Allah’a hiçbir şeyi denk tutup da ortaklar edinmeyelim. Bir kısmımız diğerlerini siyasi ve din adına hükmedip yöneten, ölçü belirleyen rabler edinmesin. 

           Rab edinmek, siyasi ve din adına lider, önder, vekil kılınıp hayata hükmetme hakkı vermek, din adına veli, gavs, hoca edinip, şirk, iman, helal ve haram ölçüsü belirleme hakkını vermek, onları rab edinmektir. Kendilerine bu hak verilenlere sonrasında itaatler gündeme gelecektir. İtaat etmek de onları ilah edinmektir. Ey kitaba inandık diyenler, gelin Allah’ı hükmedip yöneten Rab, itaat edilen ilah, sığınılıp yardım istenilen veli, güvenilen vekil edinelim. Bundan yüz çevirirlerse onlara deyin ki, şahid olun, şüphesiz ki biz hayatın tüm alanlarında sadece Allah’ın hükmüne Rasulullah’ın itaat ettiği gibi itaat eden Müslümanlarız. Rasulullah’ın hayatında örnekliğini bulamadığınız her hangi bir şeye İslam diyemezsiniz. Çünkü İslam’ın, hayatın tüm alanlarında başka örneği yoktur. 

           “Ey İman edenler! Allah’dan hakkıyla korkun ve ancak Müslümanlar olarak ölün.” (Ali İmran/102)

           Ey iman edenler! Ey Allah’ı isim ve sıfatlarıyla bilip de sonrasında birleyenler. Rab, ilah veli ve vekil olarak sadece O’na itaat edenler! Kur’an’dan başka anayasa ve ölçü kabul etmeyip, güvenerek hayatını bu kitaba göre düzenleyenler! Rasulullah’dan başka hayatı için örnek ve önder kabul edip de başka güvenilecek örnek aramayanlar! Ancak Allah’dan korkun ve hakkıyla korkun. Kitap nasıl sakınma emretmiş ve Rasul nasıl sakınmış ise öyle sakının. Kitaba ve sünnete göre hayatı düzenleyip takvalı olun ve itaat ve teslimiyetiniz olan İslam’ı ölüm gelinceye kadar koruyun. Her an iman ve İslam üzere olun ki, ölüm sizi o haldeyken bulsun. Ancak böyle Müslüman ölebilirsiniz. 

             “Deki, gökleri ve yeri yoktan var eden Allah’ın dışında bir veli mi edineceğim. O, yedirir ve yedirilmez. Deki şüphesiz ki ben Müslüman olan ilk kimse olmakla emrolundum ve bana sakın müşriklerden olma (denildi)” (En’am/14)

           Rasulullah’a ve tüm inananlara bildirilen mesaj. Ayetin bildirdiğini hayatında uygulayacak ve bunu başkalarına da diyecektir. Deki, gökleri ve yeri yoktan var eden Allah’dan başka beni koruyup gözetecek, yardım edecek, sığınılacak, dost ve sırdaş olacak, emredip yönetecek veli edinmem. Bu vasıfları hak eden ancak yer ve gökleri yaratan olabilir. Birinin yaratma gücü yoksa ona sığınılıp yardım isteme hakkı da verilmez. Yine Allah’dan başkasından yardım isteyen, koruyup gözeten düşünüp de sığınarak veli edinenlere deki, ben hayatın tüm alanlarında ve tüm isimleriyle Allah’a teslim olan ve itaat eden Müslüman’ım. Kimse olmasa da ilk teslim olan benim, de onlara. Siz olmasanız da ben yine Rabbime itaat eden Müslüman kalacağım. Çünkü bana Allah’ın hakkını başkalarına da veren müşriklerden olmamam emrolundu. Allah’a kakıyla itaat etmeyen başkalarına da itaat edeceğinden dolayı, şirk gündeme mutlak gelecektir. İnsan mutlak birine ve birilerine itaat edecektir. Yaşayan da itaat etmek zorundadır. İtaat için de kurallar ve yasalar gereklidir. Bu yasa ve kuralları ortaya koyan rab, onlara itaat de ilah edinmedir. 

           “Allah’a davet eden, Salih amel işleyen ve şüphesiz ki ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir.” (Fussilet/33)

           Herkes kendince bir din anlamış, hak diye sunmakta ve yaşamaktadır. Her İslam’ı anlatan ve yazan hak diye bildirmekte, hak diye davet etmektedir. Allah’a davet, kitabı nasıl iman, ahlak, toplumsal ilişkiler ve ibadet emretmişse ve Rasulullah’da (s.a.s.) nasıl amel edip örneklik sunmuşsa, ona davettir. Allah’a davet, O’nu isim ve sıfatlarıyla birlemeye davettir. Allah’a davet, hâkimiyeti hayatın tüm alanlarında O’na vermeye davettir. Allah’a davet, kitabında bildirdiği sınırları tuğyan edip tağutluk yaparak aşmamaya davettir. Sonra kitabın bildirdiği ve Rasulullah’ın örnekliğini ortaya koyduğu hayatın içinde şirk, küfür, haram, bid’a, hurafe, riya, kibir, haset gibi nice unsurlardan arındırmış ve sadece O’nun rızası için ameller işleyenlerin amelleri ıslah edilen Salih amellerdir. Sonrasında ben Müslüman’ım ve Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir buyrulur. Asır suresinde bildirilenleri yerine getirenlerin sözleri, güzel olan sözdür. 

           “İşte bunlar, Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse, Allah onu altlarından ırmaklar akan içinde ebedi kalacakları cennetlere koyar. İşte büyük kurtuluş budur.” (Nisa/13)

           İslam, sadece Rabbimizin sınırlarını belirlediği dindir. Bu belirlenen sınırların dışına çıkanlar haddi aşmış, tuğyan edip tağut olmuşlardır. Hâkimiyet tek elinde olan ve hükmeden Rabbimiz iman, ahlak, toplumsal ilişkiler ve ibadetlerde İslam’ın sınırlarını belirlemiştir. Kim bu alanlarda Allah’ın kitabına itaat ederse ve Rasulullah’ın itaat ettiği gibi itaat ederse, altlarından ırmaklar akan ve ebedi olan cennetlere girecektir. Büyük kurtuluş olan cennete sadece Allah’ı isim ve sıfatlarıyla birleyip, O’nun hükmüne itaat edenler ve örnek kıldığı Rasule de itaat edenler ulaşabileceklerdir. Bunun dışında kurtuluş olmadığı gibi, kurtuluş vaadleri de yalandır. 

           “Ey iman edenler! Allah’a ve Rasulüne itaat edin. İşittiğiniz halde ondan yüz çevirmeyin.” (Enfal/20)

           İslam, itaat ve teslimiyettir.  İman ettiğini söyleyenler bu sözleriyle, Allah’a, kitabına ve Rasulüne güvenip tasdik ettiklerini söylemektedirler. Güvendiğiniz Allah’a itaat ederek Müslüman olun. Rabbimizin örnek kıldığı Rasule itaat edin. Bunu işittiniz, akledip kavradığınız halde, eğer mü’min iseniz bu itaatten yüz çevirmeyin. İman ettik demekle kurtuluşun olmayacağı, ardından Allah’a ve Rasule hayatın tüm alanlarında itaat edilmesi istenmektedir. Hayatın herhangi bir alanında itaat yoksa orada haktan ve örnekten yüz çevrilmiş, insan hevâlarına itaat edilmiştir. 

           “Ey iman edenler!  Allah’a itaat edin. Peygambere itaat edin. Sakın amellerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed/33)

           Ey Allah’ı isim ve sıfatlarıyla birleyerek iman edenler! İman edip güvendiğiniz Allah’a itaat edin. Onun hükmü olan kitaba göre yaşayın. Rasul nasıl itaat etmiş ise öyle itaat edin. Böyle yapmazsanız amelleriniz boşa gider. Allah’a ve Rasulüne itaat etmediğiniz herhangi bir alanda insanlara itaat etmiş olursunuz ve amelleriniz boşa gider. İtaatsizliğin içinde şirk, küfür, nifak, riya, hased, kibir, gıybet, iftira, haram gibi nice bozuk hasletler olur ve bunlar amellerinizi yok eder. İslam bütündür ve bütün yaşanırsa iman ve ameller korunabilir.  

           “… Firavun boğulmaya yakın, şüphesiz ki İsrail oğullarının iman ettiğinden başka ilah olmadığına iman ettim ve ben Müslümanlardanım dedi.” (Yunus/90)

           Herkes imandan, İslam’dan, Allah’a itaatten ve Rasule itaatten bahseder. En iyisi biziz derler. Allah inancı da tarih boyunca her toplumda vardır. Yaratıcıyı sadece var kabul etmek, bugünde olduğu gibi iman sayıldı. Tarihe Allah ile hâkimiyet yarıştırmakta, kendini rab ve ilah görmekte damga vuran Firavun bile zorda kalınca fıtri olarak yaratana yöneldi. İsrail oğullarının güvenip, tasdik ettiği Allah’a iman ettim ve güvenip itaat edip teslim olarak da ilah kabul ediyorum ve ben teslim olmuş Müslüman’ım dedi. Firavun mü’min ve Müslüman oldu, fakat iş işten geçince.  İnsan aklı ve iradesini rahatça kullanabiliyorken iman edip, itaat ederek Müslüman olmalıdır. Allah c.c. insanlar darda kalınca, ihtiyaç anında yönelip itaat edilecek, kabul edip güvenilecek merci değildir. Kul hiçbir zaman yaratıcısında beri olamaz. İnsan haddini bilecek, yoksa Rabbimiz, firavun gibi olan haddi aşanlara haddini bildirir. Kâbe’yi yıkmaya gelen Ebrehe ve ordusunu küçücük kuşların attığı küçücük taşlarla yok ettiği gibi, h.z. Musa ve İsrail oğullarına rahmet ve kurtuluş olan su, firavun ve güçlü ordusunu yok ettiği gibi, bugünde nice haddi aşmış olanları küçücük mikrop ordularıyla, suyla, dize getirir ve aciz bırakır. Tüm teknolojilerini etkisiz bırakır, kendi derlerine düşürür ve sadece kendisine yalvartır. Zorda tüm haddi aşanlar Allah’a yönelmiştir. Mü’min ve teslim olup itaat eden Müslümanlar ise, her an yaratıcıları olan Rablerine yönelirler. O’na mutlak muhtaç olduklarının farkındadırlar.